Evliyalar Ansiklopedisi, Tabakatül Kübra, İmamı Şarani, 4 Cilt 2 Kitap 1615 Sayfa

Evliyalar Ansiklopedisi, Tabakatül Kübra, İmamı Şarani, 4 Cilt 2 Kitap 1615 Sayfa

Yayınevi
Barkod
tabakatül kübra, abdulkadir akçiçek, bedir
Vitrin Katagorisi
Aynı gün kargo
Evliyâlar Ansiklopedisi, Tabakatül Kübra, İmamı Şarani 4 Cilt, 2 Kitap, Toplam 1615 Sayfa, 17x24 cm Büyük Boy Ebat, Ciltli
"Bu Eseri okuduktan sonra, bir kimsenin içinde Allah yolunda koşmak arzusu doğmuyor ve içindeki aşk ateşi parlamıyorsa o ölülerle aynı seviyededir... İmam-ı Şarani Hz."
"Tabakatül-Kübra kitabını türkçemize muhterem Abdülkadir Akçiçek tercüme etmiştir."
"Bu kitabı can kulağıyla dinleyen veya dikkatlice oku­yan ve inkâr yoluna sapmayan kimse, eserde anlatılan evliya zümresiyle aynı asırda yaşamış ve söylenenleri bizzat kendilerinden din­lemiş olur. Nihayet bu bir sevgi işidir..."
 
Yazar: İmam-ı Şarani Hazretleri
Tercüme: Abdulkadir Akiçek
Katagori: Allah Dostlarının Hayatları, Evliyalar Ansiklopedisi
Cilt Sayısı: 4 Cilt 2 Kitap
Sayfa Sayısı: 1615
Boyut: 17 x 24 cm 
Basım Yeri: İstanbul
Kapak Türü: Ciltli
Kağıt Türü: Kitap Kağıdı
Dili: Türkçe 
Dağıtım: Kitap Takipçileri
Temin Süresi: Aynı gün kargo
 
Hamd âlemlerin Rabbı Allah'a... Salât ve Selâm Efendimiz Muhammed Mustafa'ya, O'nun âl ve ashabına ve kıyamete kadar iyilikle on­ların yoluna tabî olanlara.
Rabbımızın lütuf ve keremiyle neşrine muvaffak kılındığımız bu eser. Büyük âlim ve sûfî İmâm Abdülvehhâb Şa'rânî (Doğumu: h, =898/m. 1493; vefatı, h. 973ym. 1563) hazretlerinin asıl ismi «Levâkı-hul-envâr fî tabakat'il-ahyâr» olup ulemâ arasında «et-tabakâtü'li kübrâ» diye bilinen kıymetli eseridir.
Sahabî devrinden başlayıp, hicrî 9. yüzyıl sonuna kadar yaşamış bulunan ve her biri Silsiletü'z-Zeheb; altın zincir'in .bir halkasını teş­kil eden büyük sufilerin, yaşayışlarını, hallerini, sözlerini nakleden bu kıymetli eseri mevzuuna münâsib bir isimle «Veliler Ansiklopedisi» olarak neşretmeyi uygun gördük.
Eser, Yayınevimizce türkçe olarak yeniden neşredilirken, Müel­lifin tertîb şekline aynen uyulmuş. Ancak eserden istifâdeyi kolaylaş­tırmak için 4. cildin sonuna bütün cüzler için alfabetik bir isim fih­risti konulmuştur. 
«Kitap ve Sünnete, uymak, saadet asrını hâl ve kal olarak tam ya­şamak ve böylece gerçek müslüman olmak» diye tarif edebileceğimiz Tasavvuf zaman zaman bu işin aslına vâkıf olamıyanların itirazları­na da hedef olmuştur. Neşrettiğimiz bu eserin, müellifi tarafımdan yazılan Giriş ve Mukaddime kısımları dikkatlice okunursa hem bu itirazların ne kadar yersiz olduğu anlaşılacak, hem de bu yolda olan­ların bu hakikat yoluna bağlılıkları bir kat daha artmış olacaktır...
Bütün eserlerinde Kitâb ve, Sünnete uygun olarak yaşamak mev­zuunda ısrarla duran İmâm Şa'ranî Hazretleri «Tenbihu'l-muğterrîn» adlı eserinde de şöyle diyor:
— Ey kardeşim! Sen benim kitaplarımı mütalâa et ve Onlarda­ki hikmet ve nasihatlardan faydalanmaya çalış. Hasetçllerin sözle­rine kulak verme., çünkü ben bu. kitaplarımı, Allah'a hamdolsun, kağıt üzerine geçirmeden önce, Kitap ve Sünnet'e göre tahrir etmişim­dir.
Selefin (Geçmiş büyüklerimizin) ahlâkından en başta geleni,. Allah'ın kitabından ve Resulü'nün yolundan ayrılmayışlarıdır. Onla­rın Kitâb ve Sünnete olan bağlılıkları gölgenin şahsa olan bağlılı­ğı gibidir...
 
Bu tip Tabakat kitaplarının tasavvuf sevgisinin yayılmasında büyük bir tesiri olduğu muhakkaktır. Her şeyin maddî ve zahirî Öl­çülere göre değerlendirildiği zamanımızda bu eserin okuyucularımı­zın iç âleminde yeni ufuklar açacağına inanıyoruz.. Yine Müellifin ifadesiyle.. «Bu eseri can kulağıyla dinleyen —veya dikkatlice oku­yan— ve inkâr yoluna sapmayan kimse, eserde anlatılan evliya zümresiyle ayni asırda yaşamış ve söylenenleri bizzat kendilerinden din­lemiş olur.. Nihayet bu bir sevgi işidir...»
et-Tabakatül-Kübra, türkçemize muhterem Abdülkadir Akçiçek tarafından terceme edilmiş ve bu güne kadar da muhtelif baskıları yapılmıştır. Bedir Yayınevi olarak tekrar neşrinin lüzumuna inandığımız bu kıymetli eser, M. Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim görevlilerinden muhterem Nedim Yılmaz ve Ahmed Tobay tarafından, arapça aslıy­la karşılaştırılarak yeniden tetkik edilip neşre hazırlanmıştır. Burada muhterem mütercimine, eseri yeniden neşre hazırlayan hocalarımıza ve eseri zamanında okuyucularımıza arzedebilmek için büyük gayret gösteren Eskin Matbaası sahip ve çalışanlarına teşekkür etmeyi bir borç biliyor., ve:
 
— «Buyrun..     Allah dostları,   gönül erleri ve Hak   yolcularının Sonsuzluk ikliminden feyz ve bereket almaya...» diyoruz.. Başta ve sonda hadmolsun Âlemlerin Rabbı Allah'a...
 
 11. Rebiul-evvel 1407.
 
13. Kasım 1986.
                  ÖNSÖZ
          Muhterem Kardeşlerimiz,
 Sizlere takdim etmekle iftihar ettiğimiz bu eserin yazarı; malum olacağı üzere:  İmamı Şaranî Hazretleridir.
 
Künyesi:  Eb'ül-Mevahib.. Esas adı: Abdülvehhab..   Daha  ziyade Şaranî künyesi ile anılır..
Aynı zamanda, kendisi müctehid payesinde bir zattır. îşte bu sebeple: İmam Şa'ranî lakabı, ona bir şeref madalyası-dır.
İmam Şa'ranî: Mısır'ın Kalkaşan nam kasabasında dünyaya gelmiştir. Hicretin 898. yılında.. Milâdî: 1493. yıla rastlar..
Vefatı: Hicrî, 973. milâdî, 1565. yıla tesadüf eder.
Halen kabri, Mısır'dadır. Gidenlerin ziyaretine açıktır.
Aziz hatırasına saygı olarak: Mısır'ın bir caddesine, Şa'ranî cad­desi, adı verilmiştir.
İmam Şa'ranî: Sâdâttan sayılır. Soyunun tmâm Ali Hazretlerine ulaştığı ve kendisinin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem neslin­den olduğu kesindir.
Eilâhare Tilmisan'a taşındıkları ve dedesinin oraya sultan oldu­ğu da bellidir.
Orada, Şa'ranî Hazretlerini meşhur Arap kabilesi Züğleoğullarından bilirler..
Soyunun hemen hepsi, sultan olduğu halde; o, hiçbir zaman, bu taç ve taht hevesine kapılmamış; önüne geldiği bir sırada dahi, arka­ya atmasını bilmiştir.
Ve, hayatı boyunca, bu faziletini korumuştur.
Babası da aynı şekilde yapmıştı; oğlunu da kendisi gibi yetiştirdi.
Şu açıktır ki; bu bir iç zenginliğidir: Doğuştan başlar ve., çocuk­luk yaşlarında alâmetieri belirir.
 Nitekim, Şa'ranî Hazretleri böyle idi.
 Rivayet ederler ki; Şa'ranî:
 Henüz yedi yaşında iken, Kuranı Kerimi tümden ezberine aldı.. Sekiz yaşma vardığı zaman, hiçbir dış tesir olmadan, gece namazları­na muntazaman devama başladı. Buluğ çağına gelmeden, kıldığı na­mazların bir rekatında, Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği olurdu..
Çocukluğu; anlatıldığı gibi olan bir zatın büyüklüğünü varın kı­yas eyleyin..
Ve., neler olacağını ve neler olması lâzım geleceğini tahmin edin.. Seride ihraz edeceği makamlar için bir ahkâm çıkarın.. Şöhretinin: haddini çizin..
  İmam Şa'ranî, İslâm âleminde haklı bir şöhrete sahiptir.
Anlayışı, daldığı mevzulara derin vukufu, engin görüşüyle âdeta asrına yeni bir devrin kapısını açmıştır.
Kaldı ki o asır: Fikirlerin ve meselelerin alabildiğine geliştiği bir sudur.
Kendisi, fikirlerin ve mezheplerin birbirine karıştığı bir devirde yaşamıştır.
Ama durum ne olursa olsun; o, inandığı yoldan hiç ayrılmamış, Öncelerden akıp gelen ve asrım kaplayan meselelere, âdeta bir hakem­lik vazifesi görmüştür.
İşbu vazifesini ifa ederken; sadece ince ilim süzgecini kullanmış, bütün fikir sahiplerine gereken saygıyı da göstermek suretiyle., bir arabuluculuk yapmıştır.
Başta mezhep imamları olmak üzere.. Abdülkadir Geylani, Ahmed er Rifai, Muhyiddini Arabî, İmam Gazali gibi zatların yaptığı letihadlar ve kurduğu tarikatlar asrını kapladığı gibi... bunları sin­dirmeye çalışan birtakım haddini bilmezler de türemişlerdi. Aslında aynı yolun yolcuları olmalarına rağmen, iki zıd cephe ortaya çıkmış­tı. Bunların arasım bulmanın, mutlaka gerekli olduğuna İnanıyordu-
İşbu inançladır ki: Asrında mevcut bütün ilim dallarını ikmal etti.
Tabib oldu. Müfessir oldu. Fıkıh alimi oldu. Dil kaidelerini ince­den inceye tetkik etti., öğrendi.. Ve, bu inandığı yolda, bir rivayete göre: Üç yüz eser verdi.. Hatta daha fazla..
 
 Üç yüz eser.. Dile kolay..
 Elbette ki bu eserlerin yazılıp meydana gelmesinde; manevî ha­linin ve öz varlığının çok., çok tesiri vardı.
 
Hemen kaydedelim: O, bu Öz varlığı, bizzat sağlığına kavuştuğu Nureddin Ebül Hasan Eşşazelî'den almıştı..
Onun kurduğu Şazelî tarikatına İntisab etmişti.
Ayrıca kendisi de, Şa'ranî nam tarikatını kurmuştur. Ne var ki o yolda daha başka bir şekilde çalışmış, esas içtihadını zahirî ilimlerin delaletiyle yapmaya çalışmıştır..
Onun, bu sayılan haller dışında bir başka makamı vardı ki- onu bizzat Allah Teala kendisine ihsan eylemişti: Zamanının Kutbu, ol­muştu..
İşte onun kısaca tercümeli hali.. Onun, daha nice nice halleri, kerametleri var ki, burada saymamız, yazmamız mümkün değildir.. Bu kısa Önsözümüz onu alamaz..
En iyisi onun, kevni kerametlerine değil; ilmî kerametlerine bak-maktır. Yani, eserlerine..
Yukarıda bir nebze işaret ettiğimiz gibi, onun sayılamayacak ka­dar esen vardır. Hemen hepsi, bir tetkik mahsulüdür ve yaşadığı asır­da dahi; hiç kimse, onun karşısına, eserlerini tenkid niyeti ile çıka-mamıştır. Asrımızda ise., onların hiçbiri, Şaheser olma niteliğini yi-tirmemiştir. 
İşte., onlardan biri de, size sunduğumuz bu eserdi. Yani "Et  Tabakatül Kübra..
 
Bu ismin ifade ettiği mana; Büyük Biyografi olabilir. Ayrıca; Bir Menkıbeler Manzumesi, manasına da alınabilir..
Bunlara benzer, daha birçok manalar akla gelebilir..
Esere verilen bu isim, kendisinden sonra gelen, ulema tarafından verilmiş olması ihtimali, kuvvetlidir.
 
Bizzat kendisinin, Giriş kısmında:
«Esere; Levakıh ül Envar Fî tabaka til Ahyar.. adını verdim ..» Buyurması, fikrimizi teyid eder ve sözümüzün delili olur.. Manası:
Hayırlı zatların menkıbeleri ve coşan, taşan nurlar.. Şeklinde bir cümle ile alınabilir..
Ne var ki, biz, bu kadar uzun bir cümleyi, kitab üzerine isim ola­rak yazmayı uzun bulduk; Özellikle okuyucular tarafından akılda tu­tulması zor olur. Bundandır ki: Ulema izinde yürümeyi tercihle, ese­rin üzerine:
—et-Tabakat'ül-Kübra.. Yazmayı daha uygun bulduk..
Şa'ranî Hazretleri, bu eserini tamamladığı tarihi bizlere: — «Bu eseri; hicretin, 15 receb 952. —milâdın,  1545.— yılı idi, Mısır'da yazıp bitirdim..»
 
Cümlesi ile anlatmaktadır.
Şa'ranî Hazretleri, esere bir girişle başlamış; bunu, şahane bir mukaddimesi takib etmiştir.
Tasavvufun fikrî yönü anlatılan bu şahane mukaddimede, itiraz­cılar ve yersiz isnatta bulunanlar anlatılmakta ve bunların haksızlığı, karşı tarafın yüce hali, delilleri ile gösterilmektedir.
O zamanki İtirazcıların benzeri şimdi de mevcuttur. Ne çare ki, bu itirazcılara karşı bir İmam Şa'ranî'miz yoktur. Bu babda tesellimiz odur ki: Cismi olmasa dahi, ruhaniyetinin ve eserlerinin elimizde olu­şudur.
Mevlamız, bu büyük zatın himmetini üzerimizden eksik kılmasın..
Bu kıymetli eseri sizlere daha iyi anlatabilmek için, eserin giriş bö­lümüne şöyle bir göz gezdirelim. Ve., bizzat eserin yazarını dinleye­lim:
 
Bu eser, evliya zümresini derlediğim ve hallerini anlattığım bîr kitaptır; şu var ki, hepsini alamadım. Ashab, tabiin, hicrî dokuzuncu asır ve onuncu asrın yarısına kadar yaşayan zatların bir kısmını ala­bildim
Gerçekten esere: Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Os­man, ve Hazret-i Ali'den başlanmış; kendilerinin de bahsettikleri gibi,. dokuz buçuk asrın hatırı sayılır büyük velîlerini almıştır.
Böylece eser; içinde beş yüze yakın büyük insanı toplayan muaz zam bir Şaheser olmuştur,
Hepsinin, güzel menkıbeleri, özlü sözleri, belli olan doğum ve ölüm tarihleri de yazılmıştır.
Biz bu kısma, 230 menkıbe aldık.
Şa'ranî Hazretleri devam ediyor;
Bu eseri yazmaktaki gayem; tasavvufa dalan bu topluluğun yolunu tanıtmaktır. Bir de; hal ve makamlardaki edeplerini; izleye­ceklere, bütün inceliği ile anlatabilmektir.. Başka değil..
Söylemiş oldukları  sözlerin, ancak özünü ve cevherini aldım..» Hakikat şudur ki: bu eserde, islam itikadına aykırı ve zamanın nezaketine uymayan tek cümle bulmak mümkün değildir. Zira; her cümle, hatta her kelime, akıl ve mantık süzgecinden geçmiştir.
 Sonra., en önemlisi; menkıbesi yazılan bu velilerin, bazı dar gö­rüşlü kimselerin hazmedemeyeceği kerametlerine de yer verilmemiş­tir.
Bu manayı bizzat kendilerinden dinleyelim:
Hak yolcusunun manevî gelişmesini sağlayan husus hariç;hibir velî'nin ilk anlarında geçirdiği açlık, uykusuzluk, susuzluk, aşka dalış, şöhretten kaçma vb. hallerini de anlatmadım. Ancak, bu yo­la ilk girecek kimsenin içine ferahlık verecek, yolunu aydınlatacak hısımlar hariç..
Dinî emirleri tazim işinde, dıştan bakana vehim verecek kısımla­rı da oldukça kıstım
İşte.. Şa'ranî Hazretlerinin eseri üzerindeki son görüşü ve bir hükmü:
 
— «Bu eseri okuduktan sonra, bir kimsenin içinde; Allah yoluna koşmak arzusu doğmuyor ve içinde aşk ateşi patlamıyorsa, ölülerle o aynı seviyededir..»
İşte, sizlere böyle muazzam bir eserin tercümesini sunuyoruz.
Mümkün olduğu kadar, tercüme esnasında metne sadık kaldık. Elden geldiği kadar, sade dil kullanmaya da gayret ettik. Halen ko­nuşulan Türkçemizin ince, zarif manalarını da düşünerek., eserimi­zin edebî bir kıymet olmasına özendik..
Eserimiz, baştan sona., tasavvuf üzerinedir. Tasavvuf ise, ince­den de ince bir mevzudur. Mümkün olduğu kadar, kelimelerin ifade ettiği mana üzerinde durmak gerekir. Her iki dili de, mana ve mef­hum itibarı ile bir hizaya getirmek icab eder. Aksi halde tercümede başarı sağlanmış olmaz. Bilhassa, tasavvuftan bir behresi olmayana itiraz yolu açılmış olur..
Gönül isterdi ki: Zamanımızın itirazcılarına, biz de gereken ce­vabı verelim.. Belki ileride olur. Şimdilik, okuyucularımıza, o itirazcı­lar karşısında, eserimizin mukaddime bölümünü okumaları yeterli olacaktır.
Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da, kimseyi ayıplaya­cak ve tarizde bulunacak değiliz.. Gayemiz, daima hakikati ortaya koymak ve gidilen yolun en iyisini bilip bulanları, tanıtmaktır..
 
İşte hakikat şudur., deyip ötesini vicdanlara havale etmektir., İşbu eser, arz edilen gayeye yarayanların başında gelir..
Bir mana şairi şöyle buyurmuş:
Mürşid-i kâmil olunca nâyab;
İmdi mürşid yetişir sana kitab,
Biz de, müslüman kardeşlerimize aynı şeyi söyleyeceğiz: — işte size yarayacak eser..
Şimdiye kadar bu konuda yazılan eserlerin çok faydası olmuştur. Üzerimizde, bir maddî ağırlık vardır. İşbu ağırlık ise, ancak manevî bir hazla çekilir.. Dolayısı ile, dışımıza verdiğimiz Önemi, iç âlemimize de verelim..
iç âlemimizin rahata ermesi için; hal ehli erenlerin özlü sözlerini dinlemekte çok fayda vardır.. Özellikle takdim ettiğimiz bu eserin bir yönüyle hikâye, diğer yönüyle de öğüt oluşu sizlere çok faydalı olacak­tır..
İnanın; bu eseri daha elinize alırken, bir iç ferahlığı duyacaksı­nız. Onun kapısı sizlere açılmadan, bir gülistanın tatlı bahar havası­nı teneffüs edeceksiniz..
Unutmayınız ki, bu olanlar, ancak iç âleminizde olacaktır. Dolayısıyla önce özünüze eğiliniz.. Bundan sonradır ki; bu velîler bahçesi­nin kapısı Önünüzde, ardına kadar açılacaktır. Böylece, ruhunuz şad olacaktır.
Sizlere; hayatinizin her anında, her deminde., hatta alıp verdiği­ni* her nefesinizde.. Ve her sabahınızda: «Kanayan rengi ile açan» güller bahçesinin kapısını aralıyoruz:
Orada: Kokusu burcu burcu yayılan menekşelerin, genzinizi ka­payacak kadar keskin kokulu şebboyların, ıtırların kokusunu bulacak­sınız.. En önemlisi.. Orada, ruhlar âleminde tanıştığınız aşina yüzleri göreceksiniz..
İşbu bahçe, elinizdeki şaheserdir.. Oraya, yarış edercesine giriniz.. 
Buranın her köşesinde bir özellik ve bambaşka bir güzellik bu­lacaksınız..
Geliniz; bu davet hepinizedir..
Bundan sonrasını, Allah'a ve sevgili Resulüne ısmarlarız..        Abdulkadir Akçiçek
               
 
Giriş
 Allaha hamd olsun...
Şöyle ki... Verdiği nimetleri ile velî kullarım süsledi... Onlar da oundan dolayı O'na hamdederler.
Velî kullarım mahabbeti için seçti, ibadet hizmetinde onlara de­vam verdi. Onlar, namazlarına devam ederler...
Bu evliya zümresini zâtına davet etti. O, davet âleminde herbirine has mertebe verdi.. Onlar, önde gidenlerdir... önce gidenler... iste yakınlığı bulan, bu zatlardır...
Onlara varlık âlemi kapısını açtı.. Kalblerinden, kendisine uzak­lık perdesini kaldırdı.. Böylece O'nun önünde divan durup edebli ol­dular..
Sevgi yüzünü gösterdi ve latifeler etti. Yüz çevirmeyeceğine ve şefkat kapısını kapamayacağına dair teminat verdi..
«Ayık olunuz, Allah'ın velî kullarına, korku yok... Mahzun da ol­mayacaklar.»  (10/62)  buyurdu..
Fazlı icabı basiretlerini açtı; nur verdi., iç âlemlerini temizledi Onları saklı sırrına vâkıf kıldı... Yabancılardan korudu.. Kem gözler­den esirgedi.. Çünkü onlar, öz âlemin telli duvaklı gelinidir. Cürüm is­leyenler, o gelin alayım göremez.
Velî kullardan biri, o cürüm sahiplerinin yanından geçse; ya sa­pık der, ya da cinnet isnadında bulunurlar. «Zahirde; sana bakıp, gör­düklerini sanırsın... Ama, gerçekten, onlar basiret sahibi değillerdir » Kimi, kerametlerini inkâr yoluna koşar; kimi makamlarına noksan isnad eder. Kimi de, sohbetinde bulunup, hakkında bilgi edinmediği halde, sırf sevmediği için ayıplar. Bir kısmı da itirazcıdır; velî kulla­rın halini beğenmez. Maksatlarını anlayamadığı halde; sözlerinden mana çıkarmaya dalar.. Alay da ederler.. Halbuki Allah onlarla eğle­niyor. Azgın hâllerine iyice dalmaları için fırsat, mühlet veriyor.
Gerçekten bu topluluğa yakınlık veren Sübhandır... Yâni: Cümle iyiliği varlığında toplayan, eksik vasıflardan beri... Bu zümreyi zatına hizmet için seçti.. Bu seçişledir ki, onlar da O'nun kapısından ayrıl­mazlar..
Onları, velayet semâsının yıldızları yapan Sübhandır. Allah yer ehline onlar sayesinde doğru yolu buldurur.
Zatî yakınlığını onlara veren Sübhandır. Onların bu hâllerini in­kâr edenin, yakınlık âlemine ermesi ne kadar uzak...
Evliya, yakınlık cennetinde nimetlere boğulmuştur, inkarcılar da kovulma ve uzaklık ateşinde yanar, azap görürler...
.Allah, yaptığından sorumlu değildir; ama onlar, sorguya çekile­cekler..
 Allanın birliğine, ortağı olmadığına şahadet ederim.. Bu şahade­tim; yaptığı şahitliğin ne olduğunu bilen ve bir iman sahibi kimsenin şahadetidir. Yine şahadet ederim ki; Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz Muhammed O'nun kulu ve resulüdür... O, nûr hazi­nesidir. Cümle ağyardan saklı sır âlemidir. Allahım; ona salât ve se­lâm eyle.. (1) Diğer nebî ve resullere de... Onların âline - yakınları­na - ashabına - arkadaşlarına - ayırd etmeden hepsine salât ve selâm eyle. Onlar hakkındaki bu salât dileğimiz; seni ananların andığı, gafiillerin de gafleti kadar devamlı ve ömürlü olsun...
 Sonra...
Bu eser, Allah yolunda kendilerine uyulan evliya zümresini der­lediğim ve hallerini anlattığım bir kitaptır. Ashab'tan (2) ve Tabiin'-den (3) başlayarak hicrî dokuzuncu asırda ye onuncu asrın bir kıs­mında yaşayan zevatı aldım.
Bu eseri yazmaktaki gayem; tasavvufa dalan bu topluluğun yolu­nu tanıtmaktır. Bir de., hal ve makamlarındaki edeplerini; izleyecek­lere, bütün inceliği ile anlatabilmektir.. Başka değil..
Söylemiş oldukları sözlerin ancak özünü ve cevherini aldım. Bu zümrenin dışında kalanlar tarafından söylenen ve şeriat imamları ta­rafından yazılana benzeyeni almadım,
Hiçbir velînin ilk anlarda geçirdiği hallerini almadım. Ancak aç­lık, uykusuzluk, susuzluk, aşka dalış, şöhretten kaçma ve benzeri hal­ler gibi, bu yola ilk girenlerin içine ferahlık verecek, yolunu aydınla­tacak durumları veya «tasavvufa dalınca dinî emirlerin bir kısmını kaldırdılar» vehmini ortadan kaldırmak için, onların şer'î hükümlere olan saygısını gösteren durumlarını aldım.. Nitekim Îbnu'i-Cevzî bu vehme düşerek îmam Gazali, Cüneyd ve Şiblî hakkında şöyle demiştir:
Başım hakkı için; bunlar şeriat sergisini öyle bir dürüş dürdüler ki... Yazıklar olsun, keşke hiç tasavvufa dalmamış olsalardı,
 
Zamanımda yaşayan bazı kimseler bana da aynı isnadı yaptı.. O zaman, maddî varlığı olmayan fukara, büyük zatlara katılıyor, yürü­dükleri yolda aralarına girmek istiyordum..
 
İşte yukarıda bir nebze bahsettiğim sebepler icabıdır ki; onların yalnız özlü sözlerini aldım. Sanmıyorum ki: Bu velî kulların hâlini ahvalini yazanların çoğu, benim gibi bir seçme yapmış olsun. Onlar ne bulursa yazar. Hangi halini duyarsa anlatır. Söyledikleri arasında; bir ayırım yapmaz. Onların tasavvufa ilk girişleri, gelişmeleri ve ol­gunlaşma halleri arasında bir fark da gözetmez. Halbuki her halin kendine has özü ve sözü vardır. Birbirine zıd da olabilir. Dikkat gerek...
Bu zatların Sözlerinden öz olanları almakta bazı faydalar var Bi­ri şu ki: Onlar hakkında iyi düşünceye sahib olan, sözlerini İşitip ka­bul edenler için, yolu kısaltır., Sadık mürid odur ki; efendisinden duy-duğu sözün gerçek olduğuna inanır ve bağlanır. İşittiği ile amel ettiği zaman, efendisi ile eşit mertebeye sahip olur.. Artık efendinin müri­de nazaran bir üstünlüğü kalmaz. Şu var ki o; müride bir feyiz kay­nağıdır. 
Müridin ilk hali; şeyhin son halidir., demeleri bundandır. Çün­kü şeyhin, son halinde söylediği ve yaptığının hepsi; ömrü boyunca yaptığı mücahede sonunda elde ettiği haldir..
 
Bu Tabakat'ı hazırlarken muhaddisler gibi hareket ettim. Risalei Kuşeyrî, Ebu Nuaym'in yazdığı Hilye gibi eserler sağlam ve mu­teberdir. Bunların yazarları delillerini sağlam kaynaktan almıştır. Bu şeküde olanları, tıpkı görmüş gibi yazdım.. «Şöyle dedi», «yaptı», «et­ti», «anlattı» gibi... Bu yolun ahkâmına vâkıf, verdikleri haberin de­lilini iyi bilen bazı zatlardan aldığım rivayeti de aynı usulde yazdım. Çünkü bu gibi zâtların rivayeti, mutlaka sıhhatli delile dayanır... Ha­liyle bunların dışında kalan zatların rivayetinde öbürü gibi davrana-madım. Rivayetin sıhhatına tam kani olmadığım mevzularda pek cesur olmadım... Temriz sigasım kullandım. «Hikâye ediliyor ki», «der ler ki», şeklinde ifade ettim..
Şu da gizli kalmasın diye anlatıyorum; Avarifül Maarif gibi eser­lerde de evliya hakkında yazılan kısım, sağlam senede dayanıyorsa; onu da görmüş ve bilmiş gibi, inanarak aldım, yazdım.. Mesela, ule­mâ şu mevzuda şöyle diyor... Şerhi Muhezzebde şöyle dedi, Ravda adlı eserde şöyledir! gibi...
 
Eserin son kısmına; hayatlarına kavuştuğum ve kendilerine bir müddet hizmet ettiğim veya bazan kendilerini ziyaret ettiğim  Mısır ve çevresinde yaşayan evliyayı aldım... Edeb erkâna ait sözlerim de zikrettim.. Bunları anlatırken yukarıda arzettiğim usulü bozmadım.. Bu zatları anlatırken; geçmiş zatları anlattığım üslub ve ifade tarzım kullandım...
 
 Kardeşim,
Şunu bilesin ki, bu eseri can kulağı ile dinleyen ve inkâr yoluna sapmayan; içinde anlatılan evliya zümresi ile hem asır aynı asırda yaşamış  gibi olur.. Söylenenleri bizzat kendilerinden dinlemişe ben­zer. 
 
Bu, bir sevgi işidir. Büyük zatla bir toplulukta bulunmamak, onu sevmemeye ve sözlerini candan okuyup sohbet etmiş gibi olmaya zarar vermez.. Nitekim, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimizi, ashabı tabiini, müctehid imamları severiz. Halbuki, ne onlarla aynı asırda yaşadık, ne de yüzlerini gördük... Bununla beraber görmüş gi­bi sözlerinden faydalanıyor, yaptıklarını ibadetlerimizde ve diğer iş­lerimizde yapmaya gayret ediyoruz.. Bu gösteriyor ki esas olan inan­mak ve manen bağlanmaktır. Bu olunca, şahısları görmek, aynı asır­da yaşamak şartı kalkar.
 
 Sonra, şunu da ekleyelim: «Bunun gibi bir eseri okuduktan son­ra bir kimsenin içinde Allah yoluna koşmak arzusu doğmuyor ve için­de bir aşk ateşi parlamıyorsa.. ölülerle o, aynı seviyededir.
Esere:Levakihül Envar Fi Tabakatil Ahyar   (1)   adını verdim..
Bir de faydalı mukaddime yazdım. Bu mukaddime; okuyanların, eserde anlattığımla zatlara ait inancını artırır... Şunu da işaret et­mek isterim; her asırda bu zatları inkâr eden bulunur. Bu itirazlar; aklına geleni yapanın işidir. Onlar, o büyük zatların yüce zevk alemine laf atar. Onlar tam kemal derecesine ermiştir. Atılan laflar onları değiştirmezler.
 
 
Tıpkı üfleme­nin dağa tesir edemeyeceği gibi...
Bu kitab, küçük hacmine rağmen ne değerli bir kitaptır! Bu ma­na yolunun özünü incelemektedir. O. bir nastır. Tarikat sahiplerini ve onların yolunu takip edenlerin temel inançlarını belirtmektedir. Tıpkı Şafiî mezhebini anlatan Ravda adlı eserin sağladığı faydalar gibi...
 
Kerem yüzü hürmetine, bu eserimi rızası için yazılmış saymasını Cenâb-ı Hak'tan diliyorum. Eseri meydana getirene, kâtibine, dinle­yene, hatta bakana bile faydalı  olmasını temenni ediyorum.'
Çünkü O yakındır; duaları kabul eder.. Bunu bilip inandınsa me­sele yok...
Kitabın Yazarı İmam-ı Şa'rânî Hazretleri'nin Hayatı:
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi. İsmi ve nesebi; Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilimsânî Ensârî'dir. İmâm-ı Şa'rânî ve Kutb-i Şa'rânî lakabıyla meşhurdur. Nesebi, Peygamber efendimize dayanır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî Mısır'ın Kalkaşend kasabasında 1493 (H.898) de doğdu. 1565 (H.973) de Mısır'da vefât etti.
Abdülvehhâb'ı babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sekiz yaşında iken, geceleri teheccüd namazlarını hiç terk etmeden kılmaya başladı. Büluğ çağına gelmeden, kıldığı gece namazlarında Kur'ân-ı kerîmi hatmederdi. Bir işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar iner, o işi en iyi şekilde yapardı. Çalışkanlığı ve anlayışı ile, hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ehliyet kazandı. Tasavvuf yolunda da çalışarak, pekçok velînin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunların başlıcası, Aliyy-ül-Havvâs hazretleridir. Ayrıca feyz aldığı, sohbetiyle şereflendiği hocalarından bazıları şunlardır: Muhammed Magribî, Muhammed bin Anân, Ebü'l-Abbâs Gamrî, Nûreddîn Hasenî, Şeyhulislâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Ali Darîr, Ali bin Cemâl, Abdülkâdir bin Anân, Muhammed Âdil, Muhammed bin Dâvûd, Muhammed Servî, Nûreddîn Mürsâfî, Tâcüddîn Zâkir, Efdalüddîn. Bunlardan başka pekçok evliyânın da teveccühlerine, feyz ve bereketlerine kavuştu.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler sebeb oldu?" diye sorduklarında şöyle anlattı: 
Tasavvuf yolunu, önce Hızır aleyhisselâmdan ve üstâdım Aliyy-ül-Havvâs'tan öğrendim. Önce onlara tam olarak inanıp teslim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim. Öyle ki, yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime ibâdet ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu. Mecbûren ibâdete devâm ederdim. Böylece nefsimin istemediği şeyleri yaparak, onu terbiye etmeye, yola getirmeye çabalardım. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mübahların fazlasını dahi terkederdim. Yiyecek bir şeyim olmadığı zaman ot yer, kimseden birşey istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmez, yolumu değiştirirdim. İyice incelemeden bir şey yediğim olmadı. Öyle bir hâle geldim ki, gelen yiyeceğe bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin bana ihsân etmesiyle anlamaya başladım. Helâl yiyeceklerden temiz ve güzel, haram olanlardan ise, kötü ve pis bir koku, şüphelilerden de, haramlardakinden daha az bir koku hâsıl olmaya başladı. Bu alâmetlere göre hareket ettim. Elimden geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim. Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti. Kalp gözüm açıldı, yakîn hâsıl oldu ve hakîkatin menbaına, kaynağına eriştim. 1540 senesinde hacca gittiğimde, Kâbe'nin altın oluğunun altında, duâ ederek Allahü teâlâdan ilmimi arttırmasını istedim. O ânda hâtifden, gizliden gelen bir ses; "Sana, şimdiye kadar gelen müctehidlerin ve onlara tâbi olanların sözlerini tartıp anlayan bir mîzân verdim. Bu sana yetmez mi?" diyordu. Bu sese karşı; "Ya Rabbî! Yeter. Fakat, daha fazlasını isterim." dedim.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî zamânının velîlerini sık sık ziyâret eder nasîhat ister ve gönüllerini alırdı. 
1540 senesi bir yaz günü, Kâhire'nin Nil Nehri üzerindeki Hâkimî Köprüsünün altında bulunan yaşlı bir velîyi ziyârete gitti. Selam vererek içeri girince o zât adını sordu. "Abdülvehhâb." dedi. Ona; "Senelerden beri seni görmek arzusunda idim. Buyur otur." deyince yanına oturdu, el ele tutuştular. Elini öyle kuvvetlice sıktı ki, neredeyse acıdan bağıracaktı. Ona; "Kuvvetimi nasıl buluyorsun?" diye sorunca; "Çok büyük bir kuvvete sâhibsiniz." dedi. O zaman ona: 
"İşte bu kuvvet, gençliğimden beri yediğim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ mevcuttur. Hamurum helâl bir maya ile yoğrulmasaydı, bu günün, günahlarına aldırmayan insanların vücutları gibi, benim vücûdum da gevşek olurdu. Ey oğlum! Yüz kırk üç yaşına geldim. Allahü teâlâya yemin ederim ki, bugün insanlar her yönden değişmiştir. Hele bu son senelerde, dînin emirlerini yerine getirmekte ve emânete riâyet etmekte büyük bir eksiklik var. Bugün yakın akrabân, hattâ öz kardeşin bile seni tanımamaktadır. Oğlun dahi sana başka gözle bakmakta ve bir yabancı gibi davranmaktadır. İnsanların birbirlerine muhabbetleri hiç kalmamış, dert ve belâlara karşı sabırları eksilmiş, kazâ ve kadere karşı boyun eğmek yerine gazab hâkim olmuş, dinleri zayıflamıştır. Ey oğlum! Şimdi sana zamânımızın kötü ve yorgun insanlarını anlatmaktansa, sâlih insanlarını anlatmak daha iyi olacak." dedi ve şöyle devâm etti: "Zamânımızın en iyileri; geceleri kalkıp sabahlara kadar namaz kılan, sabah namazından sonra öğleye kadar Kur'ân-ı kerîm okuyup tesbîhini çekerek Allahü teâlâyı zikreden, ikindiye kadar duâlarını yapan, akşama kadar her gün devâm üzere olduğu duâları tekrar tekrar yapan, yatıncaya kadar da tövbe istigfâr ederek vaktini geçirenlerdir."
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî ona: 
"Böyle kimselerin görünürdeki bütün günahlardan temizlendiğini düşünsek, bu insanın, başkaları hakkında kötü düşünmesinin önüne geçebilir miyiz? Bu kimse, kendisini kıskananları bir dakika olsun görmek ister mi?" diye sordu. O da cevap olarak şöyle dedi: 
"Bu, çok zayıf bir ihtimâldir. Bir insan, hayâtı boyunca durmadan ibâdet yapsa, kazandığı sevapları terâzinin bir kefesine koysa, bu kimsenin bir müslüman hakkında sû-i zannından meydana gelen günâhını da bir kefesine koysan, günah kefesinin ağır basacağını görürsün. Sâlih, iyi kimselerin hayatları boyunca yaptığı ibâdetler, bir defâ yaptığı kötü düşünceden meydana gelen günâhı karşılayamadığına göre, diğer insanların hâllerinin ne olacağını düşün!"
İmâm-ı Şa'rânî pek çok talebe yetiştirdi. Etraftan akın akın gelen talebeler medreseyi doldurur, onun eşsiz bir deryâ olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine hem zâhirî, hem de bâtınî ilimleri öğretirdi. Hattâ kendisini çekemeyen ve aleyhinde olanlara rüyâda görünür, onları îkâz eder, bozuk düşüncelerden korurdu. Böylece onların da istifâde etmesini sağlar, Cehennem'de yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Merhameti çok fazlaydı.
Birgün biri Şeyhülislâm Nasîruddîn Lekânî'ye gelerek onun hakkında çeşitli yalan ve iftirâlar uydurdu. Şeyhülislâm da bu sözlere inandı. Bu haberi işiten Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Şeyhülislâm'ın yanına gelerek, ondan Mâlikî mezhebinin fıkıh bilgilerini ihtivâ eden Kâsım Abdürrahmân'ın yazdığı Müdevvene'yi emânet istedi. Şeyhülislâm kitabı vermeden önce; "Al, okursun da, belki yaptığın kötülüklerden vaz geçersin. Dînin emir ve yasaklarına uyarak doğru yolu bulursun." dedi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "İnşâallahü teâlâ öyle olur." buyurdu. Şeyhülislâm, talebelerinin birisine emredip, birkaç cilt olan Müdevvene'yi kütüphâneden getirmesini söyledi. Ciltler gelince, ileri gelen talebelerinden birine, ciltleri Abdülvehhâb-ı Şa'rânî ile götürmesini emretti. İmâm-ı Şa'rânî ile talebe eve geldiler. Talebe kitabı bıraktıktan sonra gitmek istedi. Fakat İmâm-ı Şa'rânî, bir gece kalıp ertesi sabah gitmesini söyleyince, talebe kabûl etti. Gecenin üçte biri geçinceye kadar o talebe ile sohbet etti. Talebeye yatmasını söyleyip, kendi odasına geçti. Odasında çok az bir zaman durup, tekrar talebenin kaldığı odaya geldi. Onu uyandırıp, abdest aldırdı. Beraberce fecr vaktine kadar namaz kıldılar. Sonra sabah namazlarını kılıp, güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar Kur'ân-ı kerîm okudular. Sonra duhâ namazını kıldılar. Talebeye; "Şimdi hocanın yanına gidebilirsin.Getirdiğin bu kitapları da teslim edip, benim teşekkür ettiğimi bildirirsin." buyurdu. Talebe; "Peki efendim." diyerek, kitapları kucakladı. Fakat içinden de; "Bir geceliğine onu getirtip, hiç bakmadan geri götürmenin ne faydası vardı." demekten kendini alamadı. 
Talebe kitabı okumadığı için, içindeki yazılardan haberi yoktu. Kitapları hocasına götürdüğünde, Şeyhülislâm Nasîruddîn, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendisiyle alay ettiğini sanarak kızdı. O sırada bir kimse gelip, Şeyhülislâm'a bir suâl sordu. Şeyhülislâm soruyu tam olarak cevaplandırabilmek için, Müdevvene'nin ciltlerini karıştırmaya başladı. Her cildin başından sonuna kadar, sayfaların kenarında Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin kendi el yazısı ile yazılmış lüzumlu açıklamalar ve kayıtların olduğunu gördü. Talebeyi çağırarak; "Abdülvehhâb bu geceyi kitaplara yazı yazmakla mı geçirdi?" diye sordu. Talebe de yemîn ederek; "Efendim! Bu gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî benden yirmi dakikadan daha fazla bir zaman ayrılmadı. Sabaha kadar berâber namaz kıldık. Kur'ân-ı kerîm okuduk. Onun benim yanımda kitaplarla meşgûl olduğunu hiç görmedim." dedi. 
Talebesinden bu sözleri işiten Şeyhülislâm'ın, hayretinden aklı karıştı. Değil yirmi dakikada, yirmi günde bile bu ciltler dolusu kitabı okumak mümkün değildi. Fakat hakîkat gözünün önünde idi. Bütün ciltler okunmuş, sayfa kenarlarına îzâhlar yazılmıştı. Bu Allahü teâlânın Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsan ettiği bir kerâmetti. HemenAbdülvehhâb-ı Şa'rânî hakkında düşündüğü kötü düşüncelere, ona söylediği sözlere pişmân olup, tövbe istiğfâr eyledi. Koşarak İmâm-ı Şa'rânî'nin evine gitti ve huzûruna kabûlü için yalvardı. Kabûl edilince tövbe ettiğini bildirdi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî de; "Maksadım, bu gece bana emânet olarak verdiğin kitaplardan hazırladığım bu muhtasarı senin öğrenmendi." buyurdu.
Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı namazından sonra bir yerde toplanıp sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden anlatırlardı. 
Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa'rânî'ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık bir ordunun Mısır'a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu kumandanı, Mısır'ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır'ın sâhibi ile görüşüp, Mısır'ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır'ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da; "Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'dir." dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa'rânî'yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdürrahmân'a durumu anlattılar. Abdürrahmân, babasının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Muhammed Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mısır'ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa'rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek istediğini bildirince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed Defterdâr'ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.
Seyyid Ahmed Bedevî hazretlerinin Mısır'ın Tanta şehrindeki türbesi başında, her sene belli bir günde toplantı yapılıp, mevlid okunurdu. Şeyh Sa'düddîn Sanâdîdî, İmâm-ı Şa'rânî'yi sevmez, onun büyüklüğüne inanmazdı. Hattâ onun pekçok kötü taraflarının olduğunu savunur, ilminin derinliğine inanmazdı. Ahmed Bedevî'nin türbesi başında mevlid okunduğu bir sene, oraya İmâm-ı Şa'rânî ve Sa'düddîn Sanâdîdî de gelmişlerdi. Sa'düddîn, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin mevlide gelmesine şiddetle karşı çıkarak; "Böyle bir mevlidde, kendisinde pekçok kötü yanlar bulunan kimse nasıl bulunabilir?" demişti. Sa'düddîn, o gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi kucaklamış, bağrına basmıştı. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin de göğüslerinden süt akıyor, mevlide gelen herkes, doyuncaya kadar onun sütünden içiyorlardı. Seyyid Ahmed Bedevî hazretleri de, Resûlullah efendimizin huzûrunda idi. Ahmed Bedevî, oradakilere; "Bizden meded isteyen Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi ziyâret etsin." diyordu. Rüyâdan uyanan Sa'düddîn, İmâm-ı Şa'rânî'nin büyüklüğünü anlayarak, ona karşı olan bozuk îtikâdını düzeltti ve onun en yakın talebelerinden oldu.
Evliyânın büyüklerinden Ömer Nebtîtî'nin talebesi Abdullah, İmâm-ı Şa'rânî'nin büyüklüğünü çekemez, onu kıskanırdı. Abdullah, bir gece rüyâsında sevgili Peygamberimizi gördü. Huzûrunda hazret-i Ali de vardı. Ona buyurdular ki: "Abdülvehhâb'a şu takkemi giydir. Ayrıca ona, mahlûkâta tasarruf etmesini söyle. Başkalarına ise mâni ol." Abdullah, Resûlullah efendimizden bu sözleri işitince, yaptığı hatânın büyüklüğünü anladı. Uyandığında tövbe etti.
Âmir Bağdâdî isimli talebesi önceleri; "Hiç kimse, bir ihtiyacın hâsıl olmasında vâsıtaya muhtâç değildir. Bu sebeple Allahü teâlâdan bir şey isterken başkalarını vesile etmek, onun hürmetine ver demek olmaz." der, velîlerdeki kerâmetlere de inanmazdı. Bir gün rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Yanında Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri de vardı. Peygamber efendimizin mübarek elini öpmek istedi. Fakat ona hiç iltifat etmiyor, huzûruna gittikçe yönünü ondan çeviriyordu. Bir ara Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Ne olur, Peygamber efendimize bir arz et de, beni kabûl buyursun. Mübarek elini öpmekle şerefleneyim." diyerek yalvarmaya başladı. O kadar yalvardı ki, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî onun gözlerinden akan yaşlara dayanamadı. Resûlullah efendimizin huzûruna varıp, onu işâretle bir şeyler söyledi. Bunun üzerine onu Huzûr-i şerîflerine kabûl ettiler. Uyandığında, önceki düşüncelerinin ne kadar yanlış olduğunu anladı. Tövbe etti ve sabahleyin Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin medresesine gitti. Talebesi olmakla şereflendi.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerine, Allahü teâlânın öyle ihsânları vardı ki, saymakla bitmezdi. Bunlardan biri de; güneşin batışından doğuşuna kadar, yâni akşamdan sabaha kadar, cansız eşyânın ve hayvanların tesbîhlerini duyması idi. Bir gün akşam namazını, haramlardan çok sakınan hattâ şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını bile terkeden hocası Emînüddîn'in arkasında kılıyordu. O anda gözünden perde açıldı. Direk, duvar, hasır, döşenmiş taşların tesbîhlerini duymaya başladı. Korktu, sonra Mısır'da bulunan her şeyin, sonra etraftaki devletlerdeki ve okyanuslardaki bütün mahlûkların konuşmalarını ve tesbîh seslerini işitmeye başladı. Okyanustaki bir balık şöyle tesbîh ediyordu: 
"Ey cansızların, hayvanların, bitkilerin, her şeyin rızkını veren Rabbim! Mahlûkâtından hiç birinin rızkını unutmayan ve isyân edenden dahi ihsânını kesmeyen sen, her türlü noksanlık ve kusurdan münezzehsin." 
Namazı kılıp bitirdiler. Sabaha kadar bu hâl onda devâm etti. Çok korktu. Sabah olurken, Hak teâlâ merhamet edip, bu gibi şeyleri duymasını perdeledi. Ancak Allahü teâlânın ihsânı olan bu durum onda kaldı. İstediği zaman, istediği yeri görmek, gezmek nîmetini Allahü teâlâ ona ihsân etti. Bununla da îmânı kuvvetlendi. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, bu hâdiseden sonra, istediği zaman gönül gözü ile bütün dünyâyı, bilhassa İslâm âlemini seyrederdi. Şehir, kasaba, köy ve ülkeleri aşar, Endonezya'dan Magrib'e, Türkiye'den Yemen'e kadar varır, ihtiyaç sâhiplerine yardım ederdi. Bunların hepsinin, cenâb-ı Hakkın bir ihsânı olduğunu bildirirdi. Bir gün buyurdu ki: "Kendimi bir vâsıta içinde gördüm. Bir anda yeryüzünü dolaşıyordum. Bütün âlim ve evliyânın kabirlerinin üzerlerinden, Seyyid Ahmed Bedevî ve İbrâhim Düsûkî hazretlerinin kabirlerinin altından geçerek ziyâret ediyordum."
Bir gün Habeşistanlı bir gayri müslim, Mısır'a gelmişti. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin nâmını duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu. İmâm-ı Şa'rânî onu kabûl etti. Habeşistan ile ilgili konuşmaya başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Habeşistan'ı öyle anlatıyordu ki, en ince ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O gayri müslim dinledikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi biliyor diye hayret ediyordu. Dayanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Siz Habeşistanlı mısınız?" diye sordu. O da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı gösterir. Bu, cenâb-ı Hakk'ın bana bir ihsânıdır." buyurdu. Bunu işiten gayri müslim, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Allahü teâlânın Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye ihsânlarından biri de, Mısır veya başka yerlerdeki talebelerine kalben seslendiği zaman derhal yanına gelmeleriydi. Yanına gelmeye karar veren bir talebe yola çıksa, ona kalben geri dön derse, o da dönerdi. İnsanlara ve talebelerine sıkıntı anlarında yardım ederdi. O darda, sıkıntıda olanların sığınağı ve mânevî doktoru idi.
Talebelerinden Yahya Varrâk arkadaşlarıyla hacca gidiyordu. Bindiği hayvan çok zayıftı. Bir müddet gittikten sonra yorulup yattı. Arkadaşlarına kendisini beklememelerini, yola devam etmelerini söyledi. O, hayvanının dinlenmesini bekliyordu. O anda Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri yanında peyda oldu. Hayvanı tutup kaldırdı ve ona tebessüm ederek kayboldu. Yahyâ Varrâk hayvanın üzerine bindi. Öyle hızlı gitmeye başladı ki arkadaşlarına yetişti ve onları geçti. Kâbe-i muazzamanın etrafında tavaf ederken yine Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerini gördü. Tavaf müddetince yanındaydı. Hâlbuki o, o sene hacca gitmemişti.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, Allahü teâlânın izniyle hiç bir mahlûkdan korkmazdı. Yılandan, akrebden, timsahdan, cinden ve benzerlerinden korkmaz, ancak dînin emir ve yasaklarına uygun olarak onlardan uzak dururdu. Bir gün Saîd'e (Portsaid'e) gidiyordu. Nehrin kenarından yedi kadar timsah onu tâkibe başladı. Herbiri öküz büyüklüğünde idi. Onu merkeb üzerinde gören halk, yutulacak diye feryada başladı. İşte o zaman belini doğrulttu ve suya, timsahların arasına indi. Hepsi çekilip kaçtılar. Sonra hayvanın yanına geldi. Oradaki insanlar, bu hâli görünce hayret ettiler.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, bir gece terkedilmiş ve bakımsız bırakılmış bir velînin türbesinde uyudu. Bu türbe üzerinde bir kubbe, etrâfında da taşlar bulunuyordu. Taşların aralarında ise, büyük yılanlar vardı. Yılanlardan korktukları için, insanlar bu mübârek zâtı ziyâret edemezlerdi. Yılanlar, o gece Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin etrâfında dolaşıp durdular. Abdülvehhâb hazretleri o büyük ve zehirli yılanları görüyor, kalbine zerre kadar korku getirmiyordu. Sabahleyin, o belde halkı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin o türbede yattığını öğrendiklerinde, hayretten dona kaldılar. Huzûruna çıkıp; "Biz, yılanların korkusundan, türbenin içine değil, etrâfına bile yaklaşamıyoruz. Siz orada nasıl yatabildiniz?" diye sordular. Onlara buyurdu ki: "Allahü teâlâ, yılanlara beni sokmaları için ilhâm etmedikçe, onlar beni sokmazlar. Yılana kudret lisânı ile, git falancayı sok! denir. Yılan da o kimseyi, hasta yapmak veya kör etmek yâhut öldürmek için sokar. Allahü teâlânın irâdesi olmadan, yılanın bir kimseyi sokması mümkün değildir."
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri cinlerle başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: 
Bir zamanlar evime, cinlerden biri gelmeye başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun bütün kılları diken diken olurdu. O ânda Allahü teâlânın ismini söylemeye başlardım. Cenâb-ı Hakk'ın ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiçbir zaman ondan ne çekindim, ne de korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona selâm vererek geçip giderdim. İnsanın tabiatı cinden nefret ettiği hâlde her gün onları göre göre nefret etmez hâle geldim.
Kıtlık olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki: "Bu gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar vermeyiniz." Onların da bana; "Başüstüne, emirlerinizi dinleyip itâat edeceğimize söz veriyoruz." dediklerini duydum. Cinlerden biri keçi kılığına girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı söndürür ve gürültü çıkarırdı. Bu hâlden evdekiler korkuya düştüler. Çocukların korkmaması için, bir gece sedirin altına saklanarak cinin gelmesini bekledim. Tam önümden geçerken, elimle bir ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı. Bunun üzerine ona; "Ey keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip çocuklarımı korkutmaya devâm edecek misin, etmeyecek misin?" dedim. Tövbe ederek, bir daha gelmeyeceğine söz verdi. Buna rağmen ayağını bırakmıyordum. Ayağı elimde inceldi, inceldi bir kıl inceliğini aldıktan sonra avcumdan çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin evime gelmez oldu.
Ey kardeşim! Buna benzer cinlerle başımdan geçen hâdiseler çoktur. Bunları anlatmamdan maksadım, bâzı okunacak duâları zamânında okumanız içindir. Gece veya gündüz yapacağın işlerde, kendini bunların şerlerinden nasıl koruyacağını bilmeniz içindir. Eğer ben de bu duâları bilmeseydim, diğer insanlar gibi görünmeyen bu yaratıklardan korkardım. 
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî insanlar arasındaki anlaşmazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.
Osmanlı pâdişâhı Sultan Selîm Han Mısır'ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde kıldı. Cumâ namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı. Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa'rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe; "Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebeb olduğu için kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu görünüyorsa da, aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor. Hani sen her Cumâ hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır, alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o hatîb; "Üstâdım! Huccet ve isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.
Peygamber efendimizin sözlerine, sünnetine uymaya çok dikkat ederdi. Hadîs-i şerîfleri kabul etmeyenlere şöyle buyururdu:
Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet, yâni hadîs-i şerîfler olmasaydı suları, tahâreti, namazların kaç rekat olduklarını, rükû ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını, nikâh ve hukûk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Hasîn'e birisi; "Bize yalnız Kur'ân'dan söyle." deyince; "Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir misin?" dedi. Hazret-i Ömer'e; "Farzların seferde kaç rekat kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde bulamadık." dediklerinde; "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rekat farzları iki rekat kılardı. Biz de öyle yaparız." buyurdu. Din imâmlarının hiçbir sözü, İslâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri hem hakîkatte, hem de şerîatte âlimdirler.
Resûlullah efendimiz Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, yâni kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullah'ın vârisleri olan mezheb imâmlarımız (r.aleyhim) hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullah'a tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırk dördüncü âyetinde meâlen; "İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin" buyurdu. Beyan etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et derdi. Beyân etmesini emr etmezdi.
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri üç yüzden fazla eser yazmıştır. Bunların en kıymetlisi dört mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı Mîzân-ül-Kübrâ isimli eseridir. Diğer eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Envâr-ül-Kudsiyye, 2) Tabakât-ül-Kübrâ: Eserde, Asr-ı Saâdetten zamânına kadar dört yüzden fazla büyük âlim ve velînin hallerini, kerâmetlerini, sözlerini bildiren kıymetli bir kitaptır. 3) Ecvibet-ül-Merdiyye, 4) Ahlâk-uz-Zekiyye vel-Ulûm-ül-Ledünniyye, 5) İrşâd-ül-Muğfelîn, 6) Bahr-ul-Mevrûd, 7) Feth-ül-Mubîn, 8) Ferâid-ül-Kalâid, 9) Sirâc-ül-Münir, 10) Meşârık-ül-Envâr-il-Kudsiyye.
 
EVLİYÂNIN BAKIŞI YETER!
Talebelerinden Şerefüddîn bin Emir hastalanmıştı. Ağrılarının şiddeti, gün geçtikçe daha da artıyordu. Öyle ki, artık ölümünü bekler oldu. Günlerce uykusuzluğun verdiği bir halsizlik içinde gözkapakları kapandı. Uyumağa başladı. Rüyâsında büyük bir nehirde yüzüyordu. Nehrin aşağı taraflarında bir köprü ve onun da aşağısında bir çağlayan vardı. Bu çağlayandan canlı bir kimse aşağı düşse, normalde parça parça olurdu. Akan sular onu sürükleye sürükleye köprüye doğru götürüyordu. Eğer köprüde tutunacak bir yer bulamazsa, çağlayandan aşağı düşecekti. Bütün gayretine rağmen köprüye tutunamadı. Büyük bir korkuya kapıldı. Çağlayanın başına geldiği an, bir el onu tutup kenara çekti. Ölümden kurtulmuştu. Elin sâhibine baktığında, zamânın en meşhûr âlimi ve velîsi olan hocası Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi gördü. Ona tebessüm ediyordu. Uyandığında da hastalığının geçtiğini, hiçbir derdinin kalmadığını gördü.
 
DÖRT HAK MEZHEP
Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri Şâfiî mezhebi fıkhında zamânının en büyük âlimi idi. Devrinde bâzı câhil din adamlarının Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe'ye ve talebelerine dil uzatanlara şiddetle karşı koyardı. Böyle düşüncelere kapılan bir talebesine şöyle nasîhat etti:
 
Ey kardeşim! İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye ve onun mezhebini taklid eden fıkıh âlimlerine dil uzatmaktan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın ahvâlini, zühdünü, verâsını ve din işlerindeki ihtiyâtını, titizliğini bilmeyen, dinde değişiklik yapanlara uyarak, onun delilleri zayıftır dersen, kıyâmette onlar gibi felâkete sürüklenirsin. Sen de benim gibi, Hanefî mezhebinin delillerini incelersen, dört mezhebin de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu, öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tasavvuf yolunda ilerleyerek ilminin ve amelinin ihlâslı olmasını başar. O zaman, İslâmiyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, bu kaynaktan alıp yaydıklarını, bu mezheplerin hiçbirinde, İslâmiyet dışında hiçbir hüküm bulunmadığını anlarsın. Mezhep imâmlarına ve onları taklid eden âlimlere karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına saâdet yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar, insanlara Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennet'e giden yolun öncüleridirler.
Bu ürüne ilk yorumu siz yapın!
Bu ürünün fiyat bilgisi, resim, ürün açıklamalarında ve diğer konularda yetersiz gördüğünüz noktaları öneri formunu kullanarak tarafımıza iletebilirsiniz.
Görüş ve önerileriniz için teşekkür ederiz.
Tavsiye Ürünler
Evliyalar Ansiklopedisi, Tabakatül Kübra, İmamı Şarani, 4 Cilt 2 Kitap 1615 Sayfa Evliyalar Ansiklopedisi, Tabakatül Kübra, İmamı Şarani, 4 Cilt 2 Kitap 1615 Sayfa, evliyâlar ansiklopedisi kitabı tabakatül kübra kitabı imamı şarani hazretleri tercümesi abdulkadir akçiçek allah dostları hayatı bedir yayınları satış sipariş, Bedir Yayınevi, Siyer - İslam Tarihi tabakatül kübra, abdulkadir akçiçek, bedir
Evliyalar Ansiklopedisi, Tabakatül Kübra, İmamı Şarani, 4 Cilt 2 Kitap 1615 Sayfa

Tavsiye Et

*
*
*
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.