Marifetname, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Takriz Ali Kara Hocaefendi, Büyük Boy Ciltli, 944 Sayfa

Marifetname, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Takriz Ali Kara Hocaefendi, Büyük Boy Ciltli, 944 Sayfa

Aynı gün kargo
Marifetnâme Kitabı, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Takriz Ali KAra Hocaefendi
Büyük Boy 17x24 cm Ebat Ciltli, 944 Sayfa
"Unutulmaz Eserleriyle Gönüllere Işık tutan İlim Güneşi "
Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın "Marifetname"si yazıldığı 18. yüzyıldan bu yana bütün Türk-İslam dünyasının en çok okunan eserlerinden biri olmuştur. Marifetname başlı başına bir kütüphanedir. Bizden önceki nesiller ondan çok şey öğrendiler biz de öğrenmekteyiz ve gelecek nesiller de öğreneceklerdir.
 
Yazar Müellifi: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri
Takriz: Ali Kara Hocaefendi
Derleyen: Mustafa Yartaşı
Katagori: Tasavvuf, Nasihat, Astroloji, Bilim, Kişilik ,Karakter, Aile Evlilik Cinsellik
Sayfa Sayısı: 944
Boyut: 17 x 24 cm 
Basım Yeri: İstanbul
Kapak Türü: Ciltli Sert Kapak
Kağıt Türü: Kitap Kağıdı
Dili: Türkçe 
Dağıtım: Kitap Takipçileri
Temin Süresi: Aynı gün kargo
Sonsuz hamd, şükr ve sena, var olacak her şeyi ezelî ilmi ile takdir ve tebyîn, kâinattaki her şeyi sonsuz feyzi ile tertîb ve ta'yin eden, gül bahçesi olan âlemi, âdem gülü ile süsleyip bezeyen Vâhid, Ferd ve Ehad Allah (c.c)  hazretlerine olsun! Hak Teâlâ bütün cihanı insan için, insanı da kendini tanıması için yaratmıştır, insanda, yarattığı şeylerdeki bütün hakikatları ve mâna âleminin bütün inceliklerini bir araya toplayarak açığa vurmuş, böylece sırların mahallî olan insanı Cami ismine suret, âlimleri, âlemdeki binlerce hikmetlere vâkıf, cihan kitabının herbir harfinden marifet alâmetleri çıkaranları arif ederek, gönül âlemine giren kullarını, Kâ'be huzurunda âkif eylemiştir.
 Salâvatların en üstünü, tahiyyatların en ekmeli, selâmın en güzeli, kâina­tın efendisi, mahlûkatın en şereflisi, mevcudatın özü ve Allahü Teâlânın "Eğer sen olmasaydın cihanı yaratmazdım" hitabına mazhar olan aleyhissalâtü ves­selam hazretlerinin ism-i a'zâm ve en evvel olan kâmil ruhuna olsun.
Ayrıca bütün sözlerinde, işlerinde, îmân ve ahlâkta ona tâbi olan, gönülle­ri imân nuru ve ma'rifet huzuru ile dolu Ashabına da dualar olsun. (Rıdvanul-lahi aleyhim ecmaîn).
 Bu hakir kulun İbrahim Hakkı, bu kitabıyazarken "Allahü Teâlâ seni iki ci­handa aziz etsin" diye duâ ettiği, aziz ve şerif oğlu Seyyid Ahmed Na'îmı'ye hitâb etmektedir.
Önce bilinmelidir ki, Hak Teâlâ iki âlemi insan oğlu için, onları da ancak kendini tanımaları için yarattığını herkese duyurmuştur. Nitekim lutf ve kere-miyle [hadis-i kudside): "Ben gizli bir hazîne idim. Tanınmayı sevdim. Beni ta­nımaları için mahlûkatı yarattım" buyurmuştur. 0 halde âlemin ve insanın ya­ratılmasında esas maksad, Cenab-ı Hakk'ı tanımaktır. Fakat bu her şeyden üstün olan Rabbi tanımak, nefsi tanımağa bağlıdır. Nefsi tanımak da beden tanımağa, bu da âlemi tanımağa bağlıdır. Âlemi tanımak için bir miktar astro­nomi ve fizik, bir miktar astronomi ve ruh bilimi seçip, biraz da kalb ve ma'ri-fet ilimlerinden (tasavvuf) alarak Türkçeye terceme ile bu kitabımı bir mu­kaddime, üç fen ve bir hatime olmak üzere tertib ettim.
 
Mukaddimede İslâm dinine göre kâinatı tanımayı ve dünya ile âhiretin hal­lerini bildirdim. Birinci fende, âlemdeki varlıkları ve bunların yaratılmasında­ki hikmetleri, ikinci fende insan bedeninin yapısını etraflıca açıkladım. Üçün­cü fende ma'rifete (Allah-ü Teâlâ'yı tanımaya) kavuşmanın nasıl olduğunu, hatimede ise dost, akraba ve komşularla bir arada yaşamanın şartlarını ve edeblerini bildirdim.
 Böylece, önce mukaddimede, Kur'an-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerle sabit olan dünya ve ahiretteki olayların akıl almaz inceliklerine vâkıf olup, tam bir inanç ile her varlığın yaratıcısını bilip azamet ve kudretini düşüneceksin. Son­ra birinci fende, kâinattaki ince sanatları birer birer görüp, cihanın sırlarına vakıf olunca, insanın âlem, âlemin özünün de insan olduğunu anlayarak her-şeyden feragat edip kendine döneceksin. Sonra ikinci fende, beden ve ruhun­da Allahü Teâlâ'nın kudretinin akıl almaz büyüklüğünü, âlem-i kebîrdeki her-şeyin misâlini vücûdunda görerek, vücudun küçük bir âlem olduğunu anlaya­cak kendi nefsinde, Hak Teâlâ'nın açık alâmetlerini müşahede edeceksin.
Vücudun sultânı olan ruhun kıymetini anlayıp ma'rifet-i nefs mertebesini bularak kendi âleminde sultan olacaksın. Üçüncü fende, kalbleri çeviren Alla­hü Teâlâ'nın aklın ermediği ilham ve tasarruflarını, Zâtının ve sıfatlarının kalb-lere yakınlığını, âlem-i ekber olan kalbinde ilm-ül yakîn ile bilerek, Hak Teâlâ'dan başka,her şeyi unutup yalnız O'nun her işi yapan ve tasarrufunda bu­lunduran olduğunu anladığında âlem-i vahdete erip, Vâhid ve Ferd olan" Hak Teâlâ'nın varlığını ve birliğini basiretinle ayn-ül yakîn ile görerek marifetul-lah devletine erecek, bu yakınlık seâdetini hakk-ül yakîn ile bilip, devamlı onunla kalacaksın. En sonunda hatime bölümünü de okuyarak, kesret âle­minde mevcûd olan hükümleri de öğrenip, şartlarına riayet ederek Hak Teâlâ'nın mahlûklarının yumuşaklık ve idare ile gönüllerini alıp, kolayca ce­miyet içinde aziz ve hatırı sayılır olacaksın.
 İBRAHİM HAKKI HZ.  - 1703-1780 
18. asır Osmanlı İmparatorluğu'nun bilim, kültür, tasavvuf ve edebiyat tarihinde Erzurum'lu İbrahim Hakkı'nın önemli bir yeri vardır. Dini ve tasavvuf? bir gelenek içinde bilim ve kültüre hiz­met ederek geniş halk kitlelerine seslenmeyi başaran bu bilgi­nin, hem edebî, hem dini ve hem de müsbet ilim yönü incelen­meye değer bir konudur.
Hakkında çeşitli eser, makale, broşür ve yazı kaleme alınan Erzurum'lu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin büyüklüğü ile mütenasib ve onu hakkıyla tanıtacak bir inceleme bugüne kadar yapıl­mış değildir.
Toplumları, içine saplandıkları bataklık ve sıkıntılardan kurta­ran, bilgili, faziletli ve üstün zekâlı insanlardır. Bu yaradılış ve ka­biliyette olan kişiler, bazan yıllar hatta yüzyıllarca beklenir durur. Umudun kaybolduğu anda kaybolup da yâd ellere giden ve dönü­şünden umut kesilen bir insanın ansızın çıkıp kendini göstermesi gibi, büyük atılımlara hazır âlim ve düşünürlerin ortaya çıkmasıy­la durgun, hareketsiz, şaşkın ve ne yapacağını bilmeyen toplum, o andan itibaren birdenbire canlanmaya başlayarak ayağa kalkar.
 Doğu Anadolu'nun önemli kültür merkezlerinden biri ve belki de en önemlisi olan Erzurum'a yakın Horasan şehrinden Hasankale'ye göç eden bir aileye mensup olan bu büyük düşünürün dedesi, Molla Bekir isminde çevresinde hayli şöhret temin eden ve cömertliği dillere destan olan bir ailenin çocuğudur. Azak se­ferine giderek orada şehit düşmüş bir daha Hasankale'ye dönememiştir.
İbrahim Hakkı'nın babası ise, Derviş Osman Haseni isminde yumuşak huylu, çekingen, halim selim ve çelebi-meşreb bir zat­tır.
İbrahim Hakkı'nın "hilm-ü haya madeni" dediği babası Derviş Osman, yirmi yaşına kadar Erzurum'lu bilgin Karaşeyhoğlu Seyyid İbrahim isminde bir zattan zamanın okunması mutad dinî ilimlerini öğrenmiştir.
1701 yılında geçirdiği buhran üzerine kendisini eğitecek ve şi­faya kavuşturacak bir mürşid-i kâmil bulmak arzusuyla yanına Erzurum'lu Eyyüp Efendi'yi de alarak seyahata çıkar.
O esnada çevresinde haklı bir şöhrete ulaşmış ve Siirt'in on kilometre kadar kuzey doğusunda yer alan Tillo'da (Bugünkü is­miyle Aydınlar Bucağı] ikamet eden Şeyh İsmail Fakirullah is­minde bir bilgine bağlanmıştır.
         DOĞUMU ve ÇOCUKLUK YILLARI
İbrahim Hakkı, 18 Mayıs 1703 yılında Muharrem ayının ilk Cu­ma sabahı, Erzurum'a aşağı yukarı kırk kilometre uzaklıkta bu­lunan Hasankale ( Pasinler ) kasabasında dünyaya gelmiştir.
Dokuz yaşına kadar amcalarının yanında kalan Erzurum'lu İb­rahim Hakkı, geceli gündüzlü okur ve çok az insana nasib olacak bir bilgi elde eder.
Daha sonra Siirt'in Tillo (Aydınlar) Bucağına giderek Şeyh İs­mail Fakirullah'a bağlanmış olan babasının yanında kalır. Kendi tabiriyle "babamdan daha biliş ve tanış idi" dediği bu zata kendi­si de bağlanır.
Kuvvetli bir tahsil ve terbiye ile yetişen bu ünlü bilgin ve dü­şünür, arapça, farsça ve Türkçe'ye lâyıkıyla hâkim olmuş ve bu üç dilde şiir yazacak bir mertebeye ulaşmıştır.
Derviş Osman Efendi Tillo'da oğlunu, büyük bir şefkat ve sev­gi ile büyütmüş ve birlikte kaldıkları Şeyh İsmail Fakirullah dergâhı onlar için âdeta bir eğitim ve kültür merkezi olmuştur.
Onyedi yaşında babasını kaybeden İbrahim Hakkı, tekrar do­ğum yeri olan Erzurum'a dönmüştür. Okuma imkânları bakımın­dan Erzurum'u tercih ettiği anlaşılan bu mütefekkir ve şâirin gö­nül bakımından Tillo'ya bağlı olduğu ve küçüklük yıllarının ver­diği mutluluğu tatmak için (1140-1728) tekrar oraya dönmüş, Şeyh İsmail Fakifullah'tan tasavvuf, tarikat ve dini bilgiler almış­tır.
Tillo'ya gidişinden yedi sene kadar gibi bir zaman geçtikten sonra Şeyh İsmail Fakirullah'ın ölümü üzerine tekrar doğum ye­ri olan Hasankale'ye dönmüş, oradan da Erzurum'a gidip Yukarı Habib Efendi Camii'nce İmam ve hatip olarak görev yapmış, bu­nun yanında başka camilerde de va'z-ü nasihatlarla halkı aydın­latmaya çalışmıştır.
Hayatının gençlik ve olgunluk dönemlerine rastlayan bu yaş­larda daha çok şifahî bilgi ve kültüre önem vererek ileride kale­me alacağı eserlere hazırlık yapmıştır.
Otuzüç yaşına bastığında Firdevs isminde Erzurumlu bir ha­nımla evlenir. 1738 senesinde ilk defa hacca gider. Dönüşünde büyük İslâm şâir ve düşünürlerinin eserlerinden seçmeler yapa­rak "Lübbü'l-Kütüb" isminde 7 ciltten müteşekkil gayet kıymet­li bir antoloji meydana getirir. Bu antolojinin beş cildi halen to­runlarından Mesih İbrahim Hakkıoğlu'nun elinde ,iki cildi ise Er­zurum Atatürk Üniversitesi Kütüphanesinde bulunmaktadır.
1742 yılında zengin bir ailenin kızı olan Fatime isminde ikinci bir kadınla evlenir. Bunu üçüncü ve dördüncü evlilikleri takip ederek Belkis ve Züleyha isminde iki hanımla daha evlenir. Böy­lece dört hanımla evliliğini büyük bir huzur ve mutluluk içinde devam ettirir. Hasankale'de saçaklı ve eyvanlı bir ev yaptırarak zaman zaman oraya gitmeyi tercih eder.
     İSTANBUL SEYAHATLERİ:
İbrahim Hakkı, 1747 yılında, Sultan 1. Mahmud'un tahtta oldu­ğu bir dönemde İstanbul'a getir ve Padişah tarafından Saray'a davet edilerek yakın bir ilgi ve alâka görür.
İbrahim Hakkının Saray'a davet edilmesinin gaye ve maksadı üzerinde duran kaynaklar, bu davetin ilim ve kitap sevgisinden doğduğunu ve bu büyük düşünürün eline geçen fırsatı değerlen­direrek Saray kütüphanesinden oldukça fazla yararlandığını ile­ri sürmektedirler.
Marifetname isimli eserini yazmada büyük yararı olan bu zi­yaret esnasında, sarayda bulunan ve başka yerlerde benzerine tesadüf edilmesi güç kitaplardan yararlandığı, not aldığı, kendi­sine gerekli olan malzeme ve bilgiyi topladığı muhakkaktır.
Ayrıca bu seyahat esnasında "ders okutmak şartıyla" Sultan I. Mahmut tarafından Erzurum'un Şigveler Dağı eteğinde bulunan Abdurrahman Gazi (Abdurrahman Dede) zaviyedârlığına tayin edilir.
Erzurum'a döndüğünde ufak tefek bir takım esercikler yazma denemelerine girişir. 1755 yılında ikinci defa İstanbul'a gelir. Buradan hanım ve çocuklarına yazdığı bir takım enteresan mek­tuplar günümüze kadar ulaşabilmiştir.
İstanbul'dan döndükten sonra kendisini tamamiyle eserler yazmaya vererek Hasankale'ye çekilir. En büyük eseri olan Marifetnâme'yi tamamlamak için uğraşır. Daha sonra diğer eserle­rini yazar.
İbrahim Hakkı kadar seyahat yapmış bununla beraber gezile­ri çalışmalarına engel olmamış bilgin ve şâir nadirdir. Hasankale onun doğum yeri olmasına rağmen hayatında en çok sevdiği ve bir türlü ilgisini kesemediği içinde mesut günler geçirdiği ve kendisine ikinci vatan olarak seçtiği yer şüphesiz Tillo'dur.
Sıkıştıkça, huzur bulmak için Tillo'ya yönelir. Bu esnada, Fa-time ismindeki eşinin ölümü üzerine Şeyh İsmail Fakirullah'ın torunu, Abdülkadir'in kızı Fatime Azize ile son evliliğini gerçek­leştirir.
Kayın biraderi Mustafa Fâni ile 2. defa hacca gitmeye karar verir. Çeşitli ilim merkezlerinde, bu arada Halep, Şam, Mekke, Medine, Kudüs ve benzeri tarihi ve kutsal şehirlerde devrin ün­lü bilginleriyle temaslarını sürdürür, onlarla çeşitli konularda bilgi alışverişinde bulunur.
Hasankale kasabasında doğduğu halde daha çok, büyük bir merkez olan ve eskilerin "Erzen-i Rum" dedikleri şehre nisbetle anılan İbrahim Hakkı, hac dönüşünde Tillo'ya yerleşir ve Şeyh İsmail Fakirullah'ın tekkesinde ders okutmak suretiyle talebe­ler yetiştirmeye çalışır.
 1768 yılında Erzurum Müftüsü Şeyh Mustafa ile üçüncü defa hacca giden İbrahim Hakkı, amca oğlu Yusuf Nesim'e yolladığı bir mektupla, kendi eserlerinin Şam ve civarında okunup beğe­nildiğini yazar.
İbrahim Hakkı'nın, İsmail Fehim, Ahmed Naimi, Muhammed Şakir ve Osman Nedim adında dört erkek, Gülsün, Hanife ve Şemsi Aişe olmak üzere üç kızı olmuştur.
Son demlerini Tillo'da geçiren Erzurum'lu ibrahim Hakkı, 22 Haziran 1780 yılında vefat etmiş ve daha önce şeyhi ve mürşidi İsmail Fakirullah için yaptırdığı türbenin içine gömülmüştür.
Bugün de senenin hemen hemen her mevsiminde burası ziya­retçiler tarafından gezilmekte ve büyük bir ilgi toplamaktadır.
           ESERLERİ:
18. asır, insanlığın eğitim, bilim ve kültürde büyük atılım ve hamlelere giriştiği, buluş ve icatlara yöneldiği bir çağdır. Erzu­rumlu İbrahim Hakkı da bu keşif ve icatlara yabancı kalmadan, imkânları sınırlı olmasına rağmen aynı yolda yürümüş ve kendi­sini çevresine tanıtabilmiştir.
Müsbet (pozitif) ilimler alanında büyük bir başarı elde eden bu mutasavvıf-şâir, mensur ve manzum olmak üzere on beş kadar eser kaleme almıştır. Her ne kadar bu sayı kaynak ve tetkikler­de otuz dokuza çıkarılmakta ise de kendisinin bizzat verdiği ra­kam on beştir.
 Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere yazdığı eserlerinin ilk beşini Erzurum'da bulunduğu sıralarda tamamlamıştır. Geriye, kalan eserlerini ise Siirt'e bağlı Tillo Bucağı'nda yazmıştır.
   MARİFETNAME:
 Hafif modernleşme hareketleri arasında eski usulde bir eser olan Marifetname, bu cins kitapların son turfandası sayılabilir. İstanbul, Bulak ve Kazan'da değişik tarihlerde çeşitli baskıları yapılan eser, Bir Mukaddime (Önsöz), Üç Fen ve bir Hatime (Son söz) olmak üzere üç kısımdan müteşekkildir. Her fen, bölümle­re, bölümler konulara, konular da kısımlara ayrılmıştır. İbrahim Hakkı, Önsöze başlamadan önce âlem-i kebir dediği kâinatı ve onun sırlarını ele alır. Daha sonra âlem-i sağir diye adlandırdığı insan vücudunu işler. Cenab-ı Hakk'ın birliğini kesin olarak öğ­renmek ve masivâdan kurtulma yoluna girmesini tavsiye ederek bu kısımda menkul ve muteber olan tarzda kâinatın yaradılışını Arş'ı, melekleri, cennet ve cehennemi, Kürsi, Levh ve benzeri ko­nuları açıklamaya çalışır.
Bundan sonra hesap (Matematik) ve hendeseye (geometri) dair basit fakat açık bilgiler verir. Alemin küre şeklinde olduğu­nu ispat ederken Kâtip Çelebi'nin Cihannümâ adlı eserinden çokça yararlanır.
İmam-ı Gazali'nin "Tehafütü'l-Felasife" sinden bu bahse dair fıkraları olduğu gibi Türkçe'ye çevirir. Bu aktarmayı yaparken yararlandığı kaynaklara değinir. Sudan bahsederken dünyanın evvelce, sularla örtülü olduğunu, bazı taşlar kırılınca içinden de­niz hayvanları (fosil) çıktığını Fahrettin-i Razi'nin bir sözüne da­yanarak söyler.
İbrahim Hakkı'nın bu konudaki inancı, kendinden evvel yaşa­mış olan İslâm bilginlerinin düşüncelerinden ayrı değildir. Yine bu münasebetle Magella'nın seyahatinden bahsederken Ameri­ka'nın keşfini haber verir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı, bütün bu bilgilerden sonra astro­nomi ilmine geçer ve birtakım açıklamalarda bulunur. Yaratıkların eşrefi olan insana gelince anatomi ile konuya girer.
Tıptan ve ilâçlardan bahsederken İbn-i Sina'dan yararlandığı görülür.
Fenn-i saliste (üçüncü bahis), eserin büyük bir bölümünü teş­kil eden ve bizim açımızdan pek de yeni addedilebilecek bilgiler ihtiva etmiyen dinî meseleleri ele alır.
Şeyhi ve mürşidi İsmail Fakirullah'ın hasep, nesep ve kera­metlerinden bahseder, sonra âdap, ahlâk ve muamelâta dair bil­gi verir. İnsanın hayatta takip etmekle yükümlü olduğu kurallar üzerinde durur.
Anadolu'da yıllarca özel bir itina ve bilgiyle saklanıp okunan Marifetname'nin münevver çevrelerde de belli ölçülerde etkili olduğu söylenebilir.
Toplum psikolojisini çok iyi bilen ve önce şarkta hâkimiyetini sürdüren bilgilerle işe başlayan mütefekkirimiz, İslâmî inanç ve düşünceye ters düşmeden yeni fikir ve teorilerin ortaya çıkma­sına yardımcı olması ve bunları akli delillerle isbat etmesi kü­çümsenmeyecek bir anlayışın ifadesidir.
        BUNALAN KİŞİLERE ÇARE ARAYAN ŞÂİR: 
İbrahim Hakkı, yakın tarihlere kadar sadece bir mutasavvuf olarak bilinmekte idi. Oysa ki "Marifetname" isimli kitabıyla şark kültürünün en güçlü temsilcilerinden biri olduğu muhakkaktır. Bugün de Edirne'den Kars'a kadar birçok kişinin sıkıntıya düştü­ğü an tekrarladığı:
 Hak serleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler
Arif anı seyr eyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler.
 İbrahim Hakkı, çoğu kez insanlar için ustalığa dayalı bir şiir tekniği çerçevesinde canlandırdığı düsturlar yanında, bazı man­zumeler kaleme almıştır ki bunlar akılda tutulmaya ve hatırlan­maya değer niteliktedir.
Geçmişle geri kalma
Müstakbele hem dalma
Hal ile dahi olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
 gibi mısralar bu türdendir
 "Tefviznâme" adını alan ve dünya ile tarikat duygularının bir­birine karıştığı bu şiirde, dini terbiye ile huzura kavuşmuş sakin bir ruhun parıltılarını sezer gibiyiz.
Klasik edebiyatımızın şâirleri, sıkı bir kural ve disiplin içinde iken ve bu kuralların dışına çıkmaları oldukça güç bir iş iken İb­rahim Hakkı, rahat söyleyiş ve ifadeleriyle bu çerçeveyi zorlamış ve kişinin rahatını temin yönünden bazı öğütlerde bulunmuştur.
                                   Az ye, az uyu, az iç
                                   Ten mezbelesinden geç
                                   Dil gülşenine göç
                                   Mevlâ görelim neyler
                                    Neylerse güzel eyler.
İbrahim Hakkı, görüş ve düşüncelerini insanlara zorla kabul ettirmeye çalışan bir propagandacı değil, çoğu zaman yol göste­rici, halim-selim bir bilgin, öğreticilik görevini akıl ve mantık çerçevesi içinde yürütmeye çalışan bir düşünür, insanlığın hay­rını gönülden arzulayan bir şâir olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasî ve iktisadi haya­tının o çağda bir gerileme, hatta çökmeye doğru yöneldiği söy­lenmekte ise de, kültür ve edebiyatımız geçmişten aldığı hız sa­yesinde 18. asırda da bir dereceye kadar güç yetirebilmiştir.
Böyle bir ortamda gittikçe gerilemeye doğru yol alan İmpara­torluğun manevi koruyuculuğunu üstlenenler arasında İbrahim Hakkı'nın önemli bir yeri vardır. O, sadece, yaşadığı çağdaki ko­nularla değil, kendisinden sonra da insanlığı ilgilendiren bazı meseleler üzerinde çalışmış, özellikle kader, tevekkül, çalışma azmi, çağa ayak uydurma, ilâhî aşk ve sevgi gibi duygular karşı­sında insanların alacağı tavır, biçim ve davranış üzerinde kafa yormuş; hemen hemen her asırda ortaya çıkması muhtemel so­runların halli için şiir lisanıyla öğütlerde bulunmuştur.
 Kütüphanelerimizde büyük iftihar vesilesi nice eserler vardır ki; zeytinyağı, mum, gaz lâmbası ve hatta ay ışığında yazılmıştır. Marifetname sadece bunlardan bir tanesidir. Halbuki flöresans lâmbalarının ışıkları altında yazılan şimdiki eserlerin yüzde dok­sanı daha doğar doğmaz ölmeye mahkûmdurlar.
                                     Bir işi murad etme
                                    Olduysa inad etme
                                     Hak'tandır o, reddetme
                                     Mevlâ görelim neyler
                                     Neylerse güzel eyler.
 diyen şâir, her şeyi Al­lah (c.c)'a havale eden bir tavır içinde daima yeni ufuklara doğru yol almıştır.
Anadolu insanı iman ve tevekkülü en güzel şekilde ifade eden bu beyti tekrarlar her zaman: "Mevlam görelim neyler / Neylerse güzel eyler." Musibetin arkasında hayrı gören ve hayrı bekleyen, her zaman Allah'a sığınan mü'minlerin inancını bu şekilde açıkça ifade eden zat, İbrahim Hakkı Hazretleri'dir.
Tasavvuf ilminin yanı sıra anatomi, astronomi gibi çeşitli ilimlerden pratikte faydalanılacak kısımları içeren ölmez eseri "Marifetname" üç asır boyunca büyük alaka görmüş kültür hazinelerindendir.  
Bu Kitapta; dünyanın yaratılışı, tıp, fizik, kimya, astroloji, gezegenler, burçlar, uzay bilgileri, matematik, geometri, cebir, denizler ve okyanus hareketleri gibi bilimsel tüm konuların yıllar önce keşfedildiğini hayretle okuyacağınız gibi İslami yaşam tarzı ile ilgili geniş açıklamalar bulacaksınız..
Marifetname" doğu ve batı dillerine çevrilmiş ve her devirde ilgi görmüş bir eserdir. Ancak ansiklopedik olması sebebiyle Astronomi, Matematik, Anatomi ilimleriyle ilgili bölümlerdeki birçok bilginin bugün eskidiği bu mevzularda daha ayrıntılı eserler yazıldığı bilinen bir gerçektir. 
Son yirmi yılda bile bu mevzularda daha ayrıntılı eserler yazıldığı bilinen bir gerçektir. Son yirmi yılda bile bu mevzularda çok şeylerin değiştiğini biliyoruz.
Bu husus gözönüne alınarak, bu mevzulardaki malumat üzerinde fazla durulmayacak, özellikle tasavvuf ve benzeri dini mevzulardaki bilgiler olduğu gibi aktarılmaya çalışılmıştır. 
Böylece eser, gereksiz bir malumat yığını olmaktan ziyade, her an başvurulabilecek bir kaynak kitap haline getirilmiştir
Kitabın Yazarı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Hakkında Bilgi:
Anadolu'da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. Babası Osman Efendi de velî bir zâttı. İbrâhim Hakkı 1703 (H.1115) senesinde Erzurum'un Hasankale kasabasında doğdu. İbrâhim Hakkı hazretleri kendisini kısaca şöyle anlatmaktadır:
"Hicrî bin yüz on beş tarihinde bir bahar günü, İbrâhim Hakkı, Hasankale kasabasında doğdu. Bin yüz kırk senesine kadar ilim öğrenmek için çalıştı. Ârif olup dünyâyı unutarak, Allahü teâlânın aşkıyla yanıp kavruldu. İşini, gücünü, malını, mülkünü her şeyini bırakarak cenâb-ı Hakka yöneldi."
İbrâhim Hakkı, yedi yaşına geldiğinde annesi SeyyideHanîfe Hâtun'u kaybetti. Babası Osman Efendi, İbrâhim'i amcasına emânet etti ve tasavvufta kendisini yetiştirecek bir rehber, âlim aramak için sefere çıktı. Kısa sürede Siirt'in Tillo kasabasında İsmâil Fakîrullah hazretlerinin büyüklüğünü, Allahü teâlâ katındaki yüksekliğini anladı. Ondan ilim öğrenmek ve hizmet etmek için geceli-gündüzlü çalıştı. Dokuz yaşına basan öksüz İbrâhim Hakkı, babasının hasretiyle yanıyordu. Amcası Molla Ali Efendi, İbrâhim Hakkı'yı alarak Tillo'ya babasının yanına götürdü.
İbrâhim Hakkı hazretleri Tillo'da babasına kavuşmasını şöyle anlattı: "Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo'ya girdik. Dergâha vardığımızda, babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, bana, pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı. Aklım, onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgunluğa hayran kaldı. Gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lütf ile terbiye etmeye başladı."
İbrâhim Hakkı; babasından, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Babasının arkadaşı MollaMuhammedSıhrânî hazretlerinden de, astronomi, matematik gibi zamânın fen ilimlerini tahsîl etti. Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında mârifet sâhibi olmak, hasta kalbine şifâ bulmak için de İsmâil Fakîrullah hazretlerinin sohbeti ve hizmetiyle şereflendi.
İbrâhim Hakkı hazretleri, Tillo'ya geldiği günlerde gördüğü bir rüyâyı şöyle anlattı: "Rüyâmda gökyüzünü beyaz serçelerle dolu hâlde gördüm. Bir ara serçeler hep birden halkın üzerine doğru saldırdılar. Bana saldıranları babam uzaklaştırdı. Ancak bir serçe fırsat bulup, sağ koltuğuma sokuldu. Sabahleyin rüyâmı babama anlattım. Babam koltuğumun altına baktıktan sonra, orada tâûn, vebâ hastalığının belirtilerini gördü. Hastalığa yakalandığım ilk beş gün kendimden habersiz olarak yattım. Altıncı gece gözümü açtığımda babamı başucumda ağlar gördüm. Muhterem hocamız İsmâil Fakîrullah hazretleri de yanındaydı. Mübârek ellerini kaldırdı. Bana uzun uzun duâ ettikten sonra babama; "İbrâhim'in işi bitmiş iken Allahü teâlâ ihsân ederek onu yeniden diriltti." buyurarak müjde verdi."
Yine şöyle anlatmıştır:
Yaz mevsimiydi. Bir Cumâ gecesi babam murâkabe yapıyordu. Ben de yatıp uykuya dalmıştım. Rüyâmda Tillo'nun harman yerine bir anda binden çok süvâri ve piyâde asker geldi. Atlılar inerek bir yere toplandılar. Boyları iki adam yüksekliğinde olan bu askerler, at ve diğer malzemelerini harman yerine bırakıp, üstâdımız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin dergâhı kapısında saf saf dizildiler. Ben kalabalığı seyrederken, dergâh kapısının sağ yanında duran saftan birisi eğilip beni kucağına aldı. Tebessüm ederek öptü ve sol tarafında olanın kucağına verdi. O da alıp muhabbetle öptü ve solunda duranın kucağına verdi. Bu şekilde sıra ile sekizinci kimsenin kucağına geldim. O da beni öptü, onun solunda dergâhın kapısı vardı. Beni yavaşça şefkatle yere bıraktı. Kapı açıktı, içeri girdim. Mübârek hocamız Fakîrullah hazretlerinin huzûrunda sekiz seçilmiş zâtın ayakta durduğunu gördüm. Hocamız da ayağa kalktı ve onlarla müsâfeha edip sarıldılar. Bu hâle şaşırmıştım. O sırada uyandım. Bu rüyânın lezzeti canıma can katmıştı. Sevincimden rüyâmı hemen babama anlattım. Meğer babam, uyanık olduğu hâlde, benim rüyâda gördüklerimi görmüş, hâdiseye muttalî olmuş ve onlarla konuşmuştu. Babam bana şöyle tenbih etti ve; "Bu rüyâyı kimseye söyleme. Bu rûhlar için iyi olmaz." buyurdu. Sabah oldu Cumâ namazından sonra dergâhın kapısı önünde oturmuş duruyordum. Siirt tarafından at üzerinde ak sakallı bir ihtiyâr geldi. Kapının önüne gelince atından indi. Benim yanıma gelip elimi tuttu ve öptü, şaşırdım kaldım. Zîrâ bu kimseyi tanıyamamıştım. Hocamızın huzûruna girmek için izin istedi. Verdiği hediyeleri içeri götürdükten sonra hocamın yanına gittim ve; "Kapıda yaşlı bir kimse huzûrunuza çıkmak için izin istiyor efendim." dedim. "Gelsin." buyurdular. Misâfiri buyur ettim. İçeri girince oturması işâret edildikten sonra; "Ve aleykümselâm ey Seyyid Hamza! Bu Cumâ gecesi bize çok misâfir geldi." buyurdu. Hocamızın bu tatlı hitâbından Seyyid Hamza çok şaşırdı. İlk defâ gördüğü bu kimse kendi ismini nereden bilmişti. Ve gece gelen misâfirlerin arasında olduğunu nasıl anlamıştı. Bunları hem düşündü, hem de kalkıp hocamın elini öptü. Bir müddet ağladı. İzin isteyip dışarı çıktı. Bizim odaya buyur ettim. İçerde babama hâlini şöyle anlattı: "Ben Siirt'in ileri gelenlerinden Seyyid Hamza'yım. Bu âna kadar Tillo'ya hiç gelmedim. Bu büyük âlim ve velîyi de hiç ziyâret etmemiştim. Bu gece rüyâmda beş yüz kadar nûr yüzlü atlı âlim ile beş yüz piyâde evliyâya Siirt önünde karıştım. Onlarla birlikte Şeyh İsmâil Fakîrullah hazretlerini ziyarete geldik. Bu kasabayı ve yolunu rüyâda görerek öğrendim. Harman yerine geldiğimizde atlılar atından indi. Beraberce bu dergâhın kapısına saf saf dizildik. Sıra ile mübârek hocanızı ziyâret ettik. Bu dergâhın kapısı önünde şu küçük oğlunu gördüm. Evliyâlar kucaklarına alıp sıra ile sevdiler. Kapının önüne gelince çocuk içeri girdi. Ben de kapının önüne geldiğimde uyandım. Hâlâ o rüyânın tesiri altındayım, duyduğum o lezzet hâlâ devâm ediyor. Sabah olunca atıma binip rüyâda geldiğim yol ile doğru buraya geldim. Kimseye sormadan dergâhı bulup, sizleri tanıdım. Hazret-i Şeyh'e geldim. Bu gördüğüm rüyâyı anlatacaktım. Bir gün sonra da ona talebe olup hizmetiyle ve sohbetiyle şereflenecektim. Ben daha anlatmadan; "Ey Seyyid Hamza! Bu gece bize çok misâfir geldi." diyerek hem ismimi hem de rüyâda olanları anlattı. Şaşırıp kaldım." Seyyid Hamza'nın bu şaşırmasına babam şöyle cevap verdi: "Senin bu gördüğün rüyânın aynısını bu oğlum da gördü. Lâkin avâmın gördüğü rüyâları, seçilmiş evliyâ uyanık iken görüp müşâhede etmiştir. Allahü teâlânın ihsanları sonsuzdur."
 
İbrâhim Hakkı hazretleri on yedi yaşında yetim kalmasını şöyle anlattı: 1719 (H.1132) senesinde, benim çok sevdiğim babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi, hücredaşım, gurbet yoldaşım Derviş Osman Efendi, Cumâ gecesi sabaha yakın dünyâdan âhirete göçtü. Hak yolunda can verip Allahü teâlâya kavuştu. Maksadına ulaşarak rahmet deryâsına daldı. Bu yetim o gece başka misâfir odasında yattı. Sabahleyin kalkıp, hasta babamı görmek istediğimde, oradakiler bana; "Git, önce namazını kıl, sonra gel. Hasta şimdi rahatladı." dediler. Bu söze inanıp mescide gittim. Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu sandım. Namazdan sonra odamıza geldiğimde babamın vefât ettiğini gördüm. Benim de rahatım gitti. Gönül evim karardı. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle virânelerdeki kuşlara döndüm. Öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde iken o merhamet menbâı mübârek hocam geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp kendi kendime; "Şimdi ayıptır, sabredeyim. Hocam gittikten sonra nasıl ağlayacağımı ben bilirim." dedim. Mübârek hocamız herkese selâm verip, garîb oğlu Derviş OsmanEfendinin başı ucunda oturdu. Şehid rûhuna bir Fâtiha okuyup, sevâbını bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın karşısında babamın da ayak ucunda idim. Bir anda Allahü teâlânın ihsânlarına kavuştum. Vefât eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimyâ tesiri olan nazarıyla yüzüme bakıp, tebessüm ederek tâziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek gibi bir nûr parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet doldu. Babamı bu hâlde görünce, bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevindim. Üzüntülü duran ahbablar bu sevincime bir mânâ veremeyip hayret ettiler. Allahü teâlânın ihsânı ve mübârek hocamın himmeti bereketi ile olan bu hâdiseyi oradakiler görememişti.
 
Hocamız oradan ayrıldıktan sonra babamın yüzünü açıp baktım. Güler gibi bir hâli vardı. Yüzü nûrlu, bedeni sıcak ve yumuşak idi. Sanki uyuyordu.Cenâze namazına çevre köyler ve bütün Siirt halkı geldi.Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına benden başka herkes üzüldü. Âlemin babası olan hocamız, bu yetimine şefkat edip iltifât eylediğinden, merhum babamdan sonra onun hizmetleri bize mîras kaldı. Mübârek hocam, bu bozuk huyluyu nice hikmet şurupları ile terbiye eyledi. Kalb hastalıklarından beni kurtardıktan sonra, kendi muhabbeti ile yaktı. Böylece bende, âhiret hâllerinde yakîn hâsıl oldu. Tevekkül etme, dert ve belâlara, ibâdete ısrarla devâm etmeye tahammül, her işe rızâ gösterme hâli hâsıl oldu. Pek kıymetli, lezîz nîmetler ihsân edildi. Hepsinden daha evlâsı ve kıymetlisi ise,Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında bilgi sâhibi olmaya, mârifetullaha kavuştum.
 
İbrâhim Hakkı hazretleri, babasının vefâtından sonra hocasının emriyle Erzurum'a gitti. Amcalarının da teşvikleriyle sekiz sene ilim tahsîl etti. Burada tahsîlini bitirdi, fakat gönlü, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin ateşiyle yanıyordu. 1728 (H.1140) senesinde yirmi beş yaşında iken tekrar Tillo'ya geldi. Burada hocasının 1734 (H.1147) senesinde vefâtına kadar hizmetiyle şereflendi. Sonra Erzurum'a döndü. Küçük yaşta ayrıldığı Hasankale'ye gelip, yerleşti.
 
İbrâhim Hakkı hazretleri, Hasankale'de evlendi, sonra İstanbul'a gitti. Mahmûd Han ile görüştü ve saray kütüphânesinde çalışmalar yaptı. Bir sene sonra talebe yetiştirmek için Abdurrahmân Gâzi Zâviyesine tâyin edilerek Erzurum'a geldi.Talebe yetiştirmek için, uzun ve yorucu bir çalışmaya girdi. Hanımı Firdevs Hâtun'dan, İsmâil Fehim ve Ahmed Naîmî isminde iki oğlu dünyâya geldi.
 
1755 (H.1169) senesinde tekrar İstanbul'a gitti. Sarayda, dîvân kâtibi Ali Efendi başta olmak üzere, pekçok kimselerle dost oldu. Sultan Üçüncü Mustafa Han zamânında da Abdurrahmân Gâzî zâviyesinin berâtı yenilendi.
 
İbrâhim Hakkı hazretleri, 1763 (H.1177) senesinde hâtıralara bağlılığı ve vefâ duygusunun çokluğundan, hocasının memleketi olan Tillo'ya gitti. İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunu Fâtıma Hâtunla evlendi. Orada kaldı. Talebe yetiştirmeye burada da devâm eden İbrâhim Hakkı bir sene sonra hacca gitti. Dönüşünde tekrar talebe okutmaya devâm etti.
 
İbrâhim Hakkı hazretleri, zaman zaman Tillo'da, "Cebel-i Ra'sil Kuvâ" ismindeki tepeye çıkardı. Talebelerine de; "Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır." derdi. Bu tepeye bir musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhireti ve hesâbı düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd'du. Onlara; "Sübhânallah! Hepinizin adı da Mahmûd. Herbiriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sâhib olup; "Memduh" lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe ilim öğrenmeye gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp herkesin hidâyete kavuşmasına vesîle olacaktır." buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; "Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam." diye temennî ettiler. Bir müddet sonra içlerinden ikisi ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd'a; "Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı, ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme." buyurdu.
1778 (H.1192) senesinde ömrünün sonlarına yaklaşan İbrâhim Hakkı, vasiyetnâmesini yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi kitap yazmak için uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak sûretiyle kalan ömrünü bereketlendirmek istiyordu. Bu sebeple oğullarının kâtib olarak yardım etmelerini istedi. Kendisi söyleyip oğulları yazdılar. Nihâyet 1781 (H.1195) târihinde bir Perşembe günü vefât etti. Tillo'da, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kabrine komşu olacak şekilde defnedildi. Ölümü için de; "Hudâyı bilmeye ancak cihâne geldi sultânım." mısraı târih olarak düşürüldü.
 
Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçiren İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtında, iki oğlu ve iki kızı vardı. Oğulları, İsmâil Fehim ve Muhammed Şâkir'dir. Babasının neslinin devâmını Muhammed Şâkir sağladı. Kızları Şemsî Âişe ile Hanîfe Hâtun'dur. 
İbrâhim Hakkı hazretleri, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerin yanında, aklî ilimlerle de uğraşmış, canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren Fransız doktoru Lemarck, İngiliz Ch. Darvin, Hollandalı Hugo de Vries gibi batılı ilim adamlarından çok önce, canlılar hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül bulunduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken, bu tekâmülde arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve her birinin hudutlarını tesbit etmiş, hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu ayrıca belirtmiştir. O sâdece biyoloji ilmi ile değil; fizikten kimyâya, matematikten astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle uğraşmış, bir ilim ve mârifet hazînesi olan Mârifetnâme'sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Mevâlîdi, yâni canlı cansız bütün varlıkların yaradılış sırrını bilmek ve irfânı tahsîl etmek, onda pek açık olarak görülmektedir.
 
Hayâtında hiçbir zaman okumayı ve okutmayı elden bırakmayan İbrâhim Hakkı hazretleri, ideal insan tipi olarak, ârif insanı göstermiştir. Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır. Ona göre, ârif; gönülle ve akılla bilendir. Fakat gönülle bilmek ârifin yegâne husûsiyetidir. Bu yüzdendir ki o, gönüle, eserlerinde büyük yer vermiştir. Gönül, sevgilinin mekânıdır. Aşk sâyesinde bu sevgi vardır. Bu yollarda hikmet (fen ve sanat) vardır. Mevâlîd (varlıkların sırrını anlama) bu yolla olmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse İbrâhim Hakkı; gönül sâhibi olan, fen ve sanata yer veren büyük bir âlim, hakka rızâ gösteren bir velîdir. Eserlerinin ismine ve mahlasına bakınca, bütün bunların hepsi görülür. Dîvânının adı İlâhînâme' dir. Bu ismi boşuna koymamıştır. Hakîkaten hepsi ilâhîdir. Mârifetnâme ise ârifîn kitabı demektir.
İbrâhim Hakkı ömrünün sonlarına doğru, eserlerinin dille değil gönülle okunmasını istemiştir. İbrâhim Hakkı hazretleri, açık fikirli, neşeli bir ârifti. Bilhassa bu hususlar, yakın dostu Şâir Hâzık'la olan yârenliklerinde ve kendi hanımlarına yazdığı mektuplarında görülmektedir. Bir de annesinin ismini koyduğu kızı Hanîfe'ye söylediği manzûm öğüdünde bunlara yer vermiştir. Kızına:
"Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân"
derken, mutlaka kendi tecrübelerini ve hâllerini de aktarmaktadır.
O hâtıralara çok bağlıydı. Hemen her hâdisenin târihini düşürürdü. Bunu daha çok yakınları için yapmıştır. 1759 (H.1172) yılında oğlu Osman Nedîm'in ölümü için:
 
Hasretiyle ağladı halk-ı cihân,
Geldi târih gitti vây Osmân cüvân.
Hanımlarından Züleyhâ Hâtun'un vefâtı için de:
Duâ eyle Hakkî ana şöyle târih,
Di firdevs-i a'lâyı bula Züleyhâ.
târihlerini düşürdü.
İbrâhim Hakkı hazretleri için şiir, bir vâsıtadır. Ona göre şiir Hakk'ı anlatmalıdır. Edebi bildirmelidir. Hakk'ı anlatmak için, kalemin âşıkın elinde olması gerekir. Ancak o zaman Hak âşığı, Hakk'ı anlatacaktır. Şiirde sevgiliye (Allahü teâlâya) yer verilince, o kıymet kazanır. Sevgiliden bahsetmeyen şiirde güzellik aramak boşunadır. Şiir böyle olunca hikmettir.
Şiirleri, Dîvân'ında ve yer yer Mârifetnâme'sinde yer almaktadır. Mârifetnâme'deki şiirlerin pek çoğu dîvânından alınmıştır. Yalnız bu eserde yer alan ve mevzûları toplayarak anlattığı şiirler, öğretmek içindir ve bir bakıma işlediği konuların özeti durumundadır. O, bu şiirlerinde hep Hakkî mahlasını kullanmış ve hep kendisine öğütlerde bulunmuştur. Şiirlerinin büyük bir kısmını Türkçe ile yazmıştır. AyrıcaArapça ve Farsça ile yazdığı şiirleri de vardır. Daha çok bu şiirlerde; Hakkî yanında Ferdî mahlasını da kullanmış olmasına rağmen, en fazla Fakîrî mahlasına yer vermiştir. İbrâhim Hakkı'nın bu mahlası kullanması hocasına olan bağlılığının tezâhürüdür. Bir de insanın aczini bu kelimede görmüştür.
İsmâil Fakîrullah hazretleri, talebesi İbrâhim Hakkı için pekçok sözler söylemiş, ondan iftihârla bahsetmiştir. Bunlardan bâzıları aşağıdadır:
"Molla İbrâhim! Ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya mezûnuz. Mesâbih'in tâlîmi, Meâlim-üt-Tenzîl tefsîri ve din ilimlerini öğretmekte seni me'zûn kıldım."
"Molla İbrâhim! Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâyı bulur. Çünkü o kuluna yakındır ve onunladır."
"Molla! Ben Fakîrullah'ım. Allahü teâlânın sevdiğini severim."
"Molla! Gökler ve yerler yaratılılalıdan beri sen bizim sevgilimizsin."
"Molla! Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda muhabbetimiz içinsin."
"Molla! Sen bizim çocuğumuzsun. Sen benim yanımdaAbdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin."
"Molla! Benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne yaparsan kabûlümdür."
"Molla İbrâhim! Bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim yanımdasın. Seni denize atsam, Allahü teâlâ tekrar seni bana verir."
"Molla! Burada biz seni terbiye ederiz. Allahü teâlâ seninledir. O, senin yardımcındır. O seni korur. Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin."
"Molla! Allahü teâlâya, bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ederim."
Bir gün sohbetinde talebelerine şöyle buyurdu:
"Ey Müminler! İnsan kendi vücûduna dikkatle baksa, yaratıcısının zâtını öğrenir. Ârif-i billah (Allah'ı bilen) olur. Çünkü bir insan düşünüp, vücûdundan eser yokken, bedenine ve yaradılışına dikkatle baksa, evvelinde iki damla mâyi idi. Ne kemiği, ne eti, ne damarları, ne de kanı vardı. Ne rûhu, ne aklı ve ne iz'ânı vardı. Fakat sonradan, içi ve dışı hârikalarla dolu, nice akıl şaşırtıcı organlar ve gönül sevici güzel ahlâk ile bezenmiş olan bu vücûd ve rûhun bir yaratıcısı olduğunu idrâk eder. Bu yaratıcı, kâinâtın bütün zerrelerine hâkim olur, onlara dilediği gibi tesir eder. Görünen ve görünmeyen her şeyi bilir. Her vücûd, her organ ve her cüz, hep, onun kudret, hikmet ve rahmetine gömülür. İnsan, bedeninin mükemmeliyetine ve organlarının yapı inceliğine, işleyişine ve faydalarına dikkatle bakınca yaratıcısının kudretini, büyüklüğünü daha iyi anlar ve O'na, o derece sevgiyle bağlanır ve bilir ki; bütün bu ince yapılı makina, duyu organları ve kuvvetleriyle, ilim ve tekniğiyle cenâb-ı Hakkın lütuf, inâyet ve rahmetinin eseridir."
İbrâhim Hakkı hazretlerinin yazmış olduğu eserler şunlardır:
1) Tecvîd kitabı, 2) Tertîb-ül-Ulûm, 3) Dîvân (İlâhînâme), 4) Mârifetnâme, 5) İrfâniyye, 6) İnsâniyye, 7) Mecmû'at-ül-Me'ânî, 8) Lüb-ül-Ulûm, 9) Vuslâtnâme, 10) Türkçe-Arapça-Farsça sözlük, 11) Seâdetnâme, 12) Vaslnâme, 13) Şükürnâme, 14) Mesârık-ul-Yuh, 15) Sefîne-i Nûh, 16) Kenz-ül-Fütûh, 17) Defînet-ür-Rûh, 18) Rûh-uş-Şürûh, 19) Ülfet-ül-Enâm, 20) Mahzen-ül-Esrâr, 21) Tuhfet-ül-Kirâm, 22) Nuhbet-ül-Kelâm, 23) Urvet-ül-İslâm, 24) Hey'et-ül-İslâm, 25) Mi'yâr-ül-Evkât.
İbrâhim Hakkı hazretlerinin "Tefvîznâme" adlı şiiri şöyledir:
"Hak, şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Ârif ânı seyr eyler,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Sen Hakk'a tevekkül kıl
Tefvîz et ve râhat bul,
Sabr eyle ve râzı ol,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Kalbin ana bend eyle,
Tedbîrini terk eyle,
Takdîrini derk eyle,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Hallâk u Rahîm oldur,
Rezzâk u Kerîm oldur,
Fa'âl ü Hakîm oldur,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Bil kâdî-yi'l hâcâtı,
Kıl ana münâcâtı,
Terk eyle mürâdâtı,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Bir iş üstüne düşme,
Olduysa inâd etme,
Haktandır o, red etme,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Haktandır bütün işler,
Boştur gam u teşvişler,
Ol, hikmetini işler,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Hep işleri fâyıktır,
Birbirine lâyıktır,
N'eylerse, muvâfıktır,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Dilden gamı dûr eyle,
Rabbinle huzûr eyle,
Tefvîz-i umûr eyle,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Sen adli zulüm sanma,
Teslim ol nâra yanma,
Sabr et, sakın usanma,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Deme şu niçin şöyle,
Bir nicedir ol öyle,
Bak sonuna, sabr eyle,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Hiç kimseye hor bakma,
İncitme, gönül yıkma,
Sen nefsine yan çıkma,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Mü'min işi, reng olmaz,
Âkıl huyu ceng olmaz,
Ârif dili teng olmaz,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Hoş sabr-ı cemîlimdir,
Takdîri kefîlimdir,
Allah ki vekîlimdir,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Her dilde O'nun adı,
Her canda O'nun yâdı,
Her kuladır imdâdı,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Nâçâr kalacak yerde,
Nagâh açar, ol perde,
Derman eder ol derde,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Her kuluna her ânda,
Geh kahr u geh ihsânda,
Her anda, o bir şânda,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Geh mu'tî ü geh mânî',
Geh darr ü gehi nâfî',
Geh hâfid ü geh râfî'
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Geh abdin eder ârif,
Geh emîn ü geh hâif,
Her kalbi odur sârif,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Geh kalbini boş eyler,
Geh hulkunu hoş eyler,
Geh aşkına tûş eyler,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Az ye, az uyu, az iç,
Ten mezbelesinden geç,
Dil gülşenine gel göç,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Bu nâs ile yorulma,
Nefsinle dahı kalma,
Kalbinden ırak olma,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Geçmişle geri kalma,
Müstakbele hem dalma,
Hâl ile dahî olma,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Her dem onu zikreyle,
Zeyrekliği koy şöyle,
Hayrân-ı Hak ol, söyle,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Gel hayrete dal bir yol,
Kendin unut O'nu bul,
Koy gafleti hâzır ol,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Her sözde nasîhat var,
Her nesnede zîynet var,
Her işte ganîmet var,
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Bil elsine-i halkı,
Aklâm-ı Hak ey Hakkî
Öğren edeb ü hulku
Mevlâ görelim n'eyler,
N'eylerse, güzel eyler...
Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş,
Allah görelim n'etmiş,
Netmişse güzel etmiş...
EY CÂN
İbrâhim Hakkı hazretlerinin, kızı Hanîfe Hâtuna nasihat olarak yazdığı bir şiir şöyledir:
Gönülden çün dile vardır yol ey cân,
Mülâyim söyle, şîrîn söz bul ey cân,
Acı söz deme, hilm ile dol ey cân,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Namazlarını vaktinde edâ et,
Hem ehlinin her sözün tut, devlete yet,
Ne yol kim gösterirse ol yola git,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Büyüğünle her işte meşveret kıl,
Ki aklına uyan pişmân olur bil,
Sözün tut görme sen, bir işi müşkil,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Büyüğündür azîz ana niyât et,
Sakın nâz etme hizmetli firâz et,
Sözün az et hemîşe ketm-i râz et,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Sakın nâmahreme, sen de ba'îd ol,
Hemen ehlin safâsiyle sa'îd ol,
Murâdın terk edip söz tut reşîd ol,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Dilin hıfz eyle, gıybet etme ey yâr,
Ve yıkma bir gönül bir sözle zinhâr,
Sen etme sırr-ı nâsı nâsa izhâr,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Güzel sözlerle tatyîb-i kulûb et,
Sükût u samt ile setr-i uyûb et,
Yeterse kudretin keşf-i kürûb et,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Kula hizmetdir Allah'a ibâdet,
Kusûrun afvdır hakka riâyet,
Hudâ'nın lütfudur sabr u kanâat,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Seni Allah lütfundan yaratmış,
Sana lütfuyla Cennet'te yer etmiş,
Dahı dünyâda halka server etmiş,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Güzel Allah senden râzı olsun,
Güleç yüzün görenler zevki bulsun,
Sözünden her gönül lezzetle dolsun,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Çün Allah'ı seversin bil ki ol hem, 
Seni sevmiştir ey cân senden erham,
Sen ey mahbûb-ı Hak ol şâd u hurrem,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Sakın bir kimseyi incitme, sövme,
Ve sen bir kimseden incinme, dövme
Dahî sen kendini sohbetde övme,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân.
Hanîfe Hanımın atası Hakkı,
Der ey kızım hemen Kur'ânı oku,
Seninle bile bil her hâldeHakk'ı,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey cân
DÜNYA
İbrâhim Hakkı hazretleri dünyâya bağlanmanın kötülüğünü bir sohbetinde şöyle anlattı:
Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalamazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine aldanmayan Cennet nîmetlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ haraptır. Şerbetleri seraptır. Nîmetleri zehirli, safâları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Kaçanı kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nîmetleri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefâ ve sefâ bulunmaz. Fânî olanı ver ki, bâkî olanı alasın. Kendini bilen kişinin bu dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyâya sarılır. Saîdler bâkî olana sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhireti bul! Nefsin arzularını terk eden pâk olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, onun sıkıntılarından üzülmez. Dünyâyı anlayan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara, nîmet yeridir. İbâdet edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhirete nisbetle çöplük gibidir.
Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan değil âhiretten sayılırlar. Çünkü, dünyâ âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mübâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar dînimize uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nîmetlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde mel'ûn olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhiret hazırlığı yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhirete hazırlanmaya mâni olur. Çünkü, kalb onu düşünmekle, Allah'ı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur. Bunu kimse sevmez.
Bu ürüne ilk yorumu siz yapın!
Bu ürünün fiyat bilgisi, resim, ürün açıklamalarında ve diğer konularda yetersiz gördüğünüz noktaları öneri formunu kullanarak tarafımıza iletebilirsiniz.
Görüş ve önerileriniz için teşekkür ederiz.
Tavsiye Ürünler
Marifetname, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Takriz Ali Kara Hocaefendi, Büyük Boy Ciltli, 944 Sayfa Marifetname, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Takriz Ali Kara Hocaefendi, Büyük Boy Ciltli, 944 Sayfa, Marifetnâme Kitabı Ali Kara Hoca Tam Metin Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz ihvan kitap yayınları alem bedir öz ensari yayıncılık satın al sipariş ver, İhvan Yayınları, Evlilik Aile Pedagoji marifetname kitabı tercümesi ihvankitap
Marifetname, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Takriz Ali Kara Hocaefendi, Büyük Boy Ciltli, 944 Sayfa

Tavsiye Et

*
*
*
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.