Yüzyılın Aşkları, Can Dündar

Yüzyılın Aşkları, Can Dündar

Kategori
Yayınevi
Barkod
9789750715044
Vitrin Katagorisi
Piyasa Fiyatı
20.00
Aynı gün kargo
Yüzyılın Aşkları - Can Dündar

Yazar: Can Dündar
Sayfa Sayısı: 256
Boyut: 14 x 21 cm 
Basım Yeri: İstanbul 
Basım Tarihi: 2012
Kapak Türü: Karton Kapak
Kağıt Türü: İthal Kağıt
Dili: Türkçe 
Dağıtım: Kitap Takipçileri
Temin Süresi: Aynı gün kargo

Bu kitapta geçtiğimiz yüzyılda yaşanmış 10 aşk öyküsü var. 
Kimi Nâzım’la Piraye gibi, Mustafa Kemal’le Latife gibi, üzerine çok kitap yazılmış aşklar... 
Kimi Yüksel Menderes’le İpek Kıramer gibi, Selahattin Pınar’ la Afife Jale gibi fazla bilinmemiş, mahremine girilmemiş aşklar...
İçlerinde Bedri Rahmi-Eren Eyuboğlu gibi, Yıldız Kenter-Şükran Güngör gibi, Melih Kibar-Çiğdem Talu gibi tuvallerden, sahnelerden, notalardan tanıdığımız, yangınına hep birlikte tanık olduğumuz sevda öyküleri de var...
Adnan Menderes-Ayhan Aydan örneğindeki gibi mahkemeye düşmüş, alenileştirilip sere serpe ortalığa serilmiş ilişkiler de...
Hiç yüzü görülmeden evlenilmiş sevgililer... 
Evliyken sevgiliye yazılmış şiirler... 
Güçten düşmenin acısını dayakla çıkaranlar... 
Eski aşkın acısını bir yenisinde unutan çapkınlar...
Belki yaşanırken heyecan kadar acılar da vermiş ve mutsuz sona ermiş aşklardı çoğu... 
Can Dündar, tarihimizden ve sanat dünyamızdan, belleğimizde birer simge haline gelmiş sıra dışı kadın ve erkeklerin yaşadıkları en derin, en çetin duyguları; yüreklerini ve akıllarını ellerinden alan sevdalarını anlatıyor Yüzyılın Aşkları’nda...

Uygarlık tarihi biraz da aşkların tarihidir. 

Kadınla erkeğin, sevenle sevilenin, âşıkla maşukun tarihi... 
www.kitaptakipcileri.com
Ama insanlık tarihi gibi, aşkların tarihi de dikensiz gül bahçesi değildir. 

Kahkahalar ve buselerle olduğu kadar, acılar ve gözyaşlarıyla da işlenmiş bir kanaviçedir bu... 

Yaşandığı döneme ilişkin ipucu verir ve dönüp bakınca insana güzel gelir. 

Bu kitapta geçtiğimiz asra damgasını vuran aşk hikâyeleri var. 
www.kitaptakipcileri.com
Kimi meşhur olmuş, kimi unutulmuş, kimi efsanevi, kimi berduş aşklar bunlar... 
www.kitaptakipcileri.com
Mustafa Kemal ve Latife Hanım'dan, 

Enver Paşa ve Naciye Sultan'a, 

Adnan Menderes ve Ayhan Aydan'dan, 

Nâzım'la Piraye'ye, 

Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu'dan, 

Yüksel Menderes ve İpek Kramer'e, 

Yılmaz-Fatoş Güney'den, 

Yıldız Kenter ve Şükran Güngör'e, 

Melih Kibar ve Çiğdem Talu'dan, 

Selahattin Pınar'la Afife Jale'ye... 

Bir dönem Türkiye'yi sarsan gönül maceraları... 

Bir başka deyişle 'Yüzyılın Aşkları...'

 

İŞTE KİTAPTAN BÖLÜMLER

 

NAZIM / PİRAYE AŞKI
'Nâzım'ın kalbinin kızıl saçlı bacısı'

Aşkı ayakta tutan sır, vuslatsızlık mıdır?

Ferhat, Şirin'ine kavuşamadığı için mi aşkları destan olmuştur?

Romeo, Jülyet'le evlenip çoluk çocuğa karışsa, ilişkileri yine asırlarca dilden dile gezer miydi?

Yoksa Enis Batur'un dediği gibi "Aşkın sigortası mesafeler" midir?

Bu görüşte olanlar için en iyi kanıt, Nâzım - Piraye aşkıdır.

Nâzım, "kalbinin kızıl saçlı bacısı"yla 1930 yılında tanıştı.

1950'ye kadar 10 yıldan az birlikte olabildiler. Kalanını hapiste geçirdi Nâzım...

Hapislik yıllarında, bu topraklarda hemen her aşka düşenin birbirine yazıp yolladığı güzelim şiirler ve mektuplar yazdı; tablolar, sandıklar, kutular, kolyeler yaptı karısı için...

24 yaşındaki Piraye ise bir yanda ilk evliliğinden olan iki çocuğuna bakıyor, bir yandan hapisteki eşine kitap, elbise, moral taşıyordu.

40 yumurta

Şairin hayatında Piraye'nin yerini anlamak için onun A. Kadir'e söylediklerine kulak vermek yeter:

"Çekmediği kalmadı benim yüzümden kadıncağızın... Ama ne sağlam kadındır bir bilsen... Hapiste 40 kişiysek bana bir yumurta yedirebilmek için etraftan bulup buluşturur 40 yumurta getirir hapishaneye. Çünkü bilir onlardan ayrı yiyemeyeceğimi... Tembelleştim mi, 'Hadi bakalım yeter bu kadar tembellik' der, kapatır beni odaya... Böyle yazdım Şeyh Bedrettin Destanı'nı..."

Piraye'nin oğlu Memet Fuat, hayatının son döneminde yazdığı "Nâzım Hikmet" biyografisinde o zor yılları birbirinden ilginç ayrıntılarla anlatır. (Adam, 2000).

Nâzım'ın, dayısı Ali Fuat Cebesoy'un çabalarıyla Bursa hapishanesine nakledildiğini, burada daha rahat çalışma imkânı verildiğini, arada iki saatliğine banyo iznine çıkıp Çekirge'de bir otel odasında Piraye ile hasret giderebildiğini anlatır. Lakin utangaçtır Piraye... Yalnız başına oraya gelip kocası da olsa iki saatliğine bir adamla otele kapanmaya çekinir. Hele bir gardiyanın "Gelin bizim evde buluşun" davetine Nâzım'ın sıcak bakmasıyla deliye döner:

"Komünistler için neler dediklerini biliyorsun. Bunu nasıl kabul ederiz" diye çıkışır kocasına...

O buluşmalarda çekilmiş fotoğraflar, o fotoğraflara bakılarak yapılmış tablolar, o buluşmaların ardından yazılmış hasret dolu mektuplar ve aşk yüklü şiirler bugün Piraye'nin (müzeleştirilmek için destek beklenen) evinde saklanıyor.

Neler hissetmişti?

Memet Fuat mektupların çoğunu sağlığında yayımladı.

Nâzım'ın mektupları iki cilt tutmuştu. Ancak Piraye'nin cevap mektupları yayımlanmadı. O, bu ilişkiyi nasıl yaşamıştı? Neden eşinin istediği gibi, peşinden gidip hapishane çevresinde bir eve yerleşmemişti? Nâzım bir gün başka bir sevdaya düşüp çekip gidiverdiğinde neler hissetmişti?

Memet Fuat'ın oğlu Kenan Bengü ve eşi Yeşim sayesinde, bir dosya içinde gün ışığına çıkacağı günü bekleyen o sevda mektuplarına ve ikilinin özel albümünden fotoğraflara ulaştık.

"Görülmüştür" diye damgalanacağı için mahcubiyetle yazılmış o mektuplarda, en güzel aşk şiirlerine ilham olmuş bir kadının sevdası ve çilesi okunuyordu.

Adı, Nâzım'ın saatinin kayışında yazan kadın: PİRAYE

İşte o saat...!www.kitaptakipcileri.com

Ankara cezaevinde kol saatinin içini boşaltmış ve oraya karısıyla çocuklarının bir fotoğrafını koymuştu Nâzım... "Artık her zaman gözümün önündeler" diyordu. Saatin kayışına ise tırnağıyla Piraye yazmıştı. Yıllardır Piraye'nin evinde saklanan o saat, Nâzım'ın çok bilinen bir şiirine konu oldu:

"Senin adını/ kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.

Malum ya, bulunduğum yerde

ne sapı sedefli bir çakı var,

(bizlere âlâtlı katıa verilmez),

ne de başı bulutlarda bir çınar.

Belki avluda bir ağaç bulunur ama

gökyüzünü başımın üstünde görmek/ bana yasak..."

Suskun kadınlar

"uykularım bölünüyor artık şu konağı bekliyorum

söyle ey muhabbet kuşunun tüyü söyle ölüm ne zaman."

Ne zaman okusam bu şiiri, gözümün önüne ahşap bir konak penceresinde kurşuni saçlarıyla eceli bekleyen mahzun bir kadın yüzü gelir.

Yalnızlığına hatıralarını katık edip gönlünü doyuran bir yitik çehre...

Bir sükût abidesi...


***
Piraye'nin evine gittim geçenlerde...

Yeniler belki adını bilmez; oysa bir nakarat gibi çınlar onun ismi bizim kuşağın zihninde:

Hatice Zekiye Pirayende...

Nâzım'ın karısı... "kalbimizin kızıl saçlı bacısı..."

Sonu hüsranla bitmiş 10 yıllık bir ilişkinin kadın kahramanı...

Torunu Kenan, cömertçe açtı iki katlı, kâgir evinin kapılarını... Gelini Yeşim, gururla gösterdi, bu şairane aşkın fotoğraflarını...

Nâzım'ın güzelim tabloları duvarlardaydı; efsanevi mektupları dosyalarda...

Ansızın terk edilmişliğine, iki çocukla bir başına konuvermişliğine, arkadan hançerlenmişliğine rağmen yırtıp atmamış, zarflarında saklamıştı mektuplarını Piraye...

Hasreti depreştikçe, öfkesi bilendikçe sil baştan okumuş muydu; okudukça hepsini ateşe atmayı kurmuş muydu; bilmem; ama kıyamamıştı işte...

Ne oğluyla, ne torunuyla konuşmuştu bu konuda...

Kederini içine gömmüş ve mütemadiyen susmuştu.


***
Evi gezerken, merakla izini sürdüğüm bütün suskun kadınları düşündüm:

Piraye'yi, Fikriye'yi, Latife Hanım'ı, Berin Hanım'ı...

Sözün sükûttan çok prim yaptığı gürültülü bir dünyanın sessiz tanıklarını...

Bir ateş çemberinden geçer gibi geçmişlerdi ateşli sevdaların pençesinden...

Sevmiş, sevilmiş, yaralanıp örselenmiş, sonra da "ne bir ses, ne de haber" gelmeyince, "bir deli hasretle öylece kalakalmışlardı".

Kiminin yaşadığı kadere yorulmuştu, kimi nihayetsiz kederden yorulmuştu.

Kimi fedakârlıklarının muhasebesine dalmıştı, kimi pişmanlıklarının...

Herkesin bahsettiği adamı canıyla, etiyle tanıyıp ona dair bir cümle dahi söyleyememek, onun hatırasına hürmeten başka birine gönül verememek ve bu münzeviliği bir mağrur kilit gibi evinin kapısına mühürlemek, kim bilir ne çok hırpalamıştı onları...

İçlerine attıklarından içleri kabarmış, ama hiç taşırmamışlardı.

Ne bir sitem kırıntısı vardı susuşlarında, ne bir intikam belirtisi...

Ruhlarında ince sızılar saklamış, nice yokluklara katlanmış, yine de parlak "ifşaat" tekliflerine kulak asmamış, ser verip sır vermemişlerdi.

Çoğu, süpürge edilmiş saçlar, uzun manidar susuşlar ve arada bir kayboluşlarla tüketti inziva nöbetini...

Bir hayat bilgisi dersi gibi, bir yabancı lisan gibi bükerek boyunlarını, günün birinde sükûtlarında sakladıkları tüm sırları toplayıp gidiverdiler.

Bıraktıkları yegâne miras, satırlara işlemiş bir acı tortusu oldu.


***
"Bir erkek bu kadar suskun bekleyebilir miydi? Bir ömrü bunca sırla tüketebilir miydi" diye düşünürüm bazen...

İhtimal dahi vermem.

O yüzden saygıyla anarım, ne zaman adları geçse...

Ve o Turgut Uyar şiirini yakıştırırım onların, eski bir konakta sessizce eceli bekleyişine...

"ne zaman gülüm solar, ne zaman deniz, ne zaman akşam

aldım anlayamadım, öldüm anlayamadım, almadığım akşam

artık başucum dinlendirir bir şamdanın süsünü

söyle ey Göksu akşamı, hafız burhan, ölüm ne zaman."

 

YILMAZ / FATOŞ GÜNEY AŞKI
 
'Önce seni vurayım, sonra kendimi!..'

Yılmaz Güney öleli neredeyse 20 yıl oldu.

Adını ondan alan çocuklar büyüdü, Yılmaz Erdoğan gibi yetenekli olanlar üne kavuştu. Ancak hâlâ sokaklarda afişleri satılıyor; sinemalarda filmleri gösteriliyor, televizyonda yayımlanan filmleri seyirci rekorları kırıyor.

"Çirkin Kral" efsanesi sürüyor.

Komünist- burjuva

"Fatoş - Yılmaz Güney" aşkı son zamanlarda pek sık ve yerli yersiz kullanılan bir tabirle söylemek gerekirse "sıra dışı" bir aşk...

16 yaşında, İtalyan Rahibeler Mektebi'nde ortaokulda okuyan, piyano, bale dersleriyle büyütülen bir burjuva kızı...

Adana'da ırgatlıkla başlayan yaşam serüveninde sinemaya bulaşıp perdelerin kralı olmuş 32 yaşında bir sosyalist...

Ve onların daha ikinci görüşmelerinde evlenme kararı almalarıyla başlayan 14 yıllık fırtınalı ilişkileri...

Sadece 4 yılı hapishanesiz yüz yüze görüşülerek yaşanabilmiş 14 inanılmaz yıl...

"Irgatlık yapalım"

Fatoş Güney, bir ortaokul öğrencisiyken hayatına girip, öldükten sonra da tüm hayatına damgasını vuran Çirkin Kral'la ilişkilerini anlatırken pek çok ilginç ayrıntı verdi:

Nasıl ilk görüşmede kendisine evlenme teklif ettiğini, nasıl "komünist" diye onu istemeyen ailesinden kaçıp ona gittiğini, nasıl "Seyithan" filminde gördüğü gibi davullu zurnalı köy düğünü istediğini, nasıl düğün gecesi uyuyup kaldığını, o günden sonra Anadolu'yla, Çukurova'yla nasıl tanıştığını, nasıl eşine "Böyle devrimcilik olmaz. Bu lüks hayatı bırakalım, Çukurova'da ırgatlık yapalım" dediğini, Mahir Çayan'ları evlerinde nasıl gizlediklerini, nasıl yıllar yılı yastıklarının altında bir silahla uyuduklarını, "Bundan kurtulmalısın" dediği kocasının nasıl kendisini "Umutsuzlar" filmiyle yanıtladığını, ancak o silahın Yumurtalık'ta nasıl bir cinayete sebebiyet verdiğini bütün içtenliğiyle anlattı.

Fatoş'un çilesi

Ancak bence en ilginç olanı, Paris'teki yaşamlarına dair anlattıklarıydı.

Yılmaz Güney, yıllar süren mahpusluğun ardından hızla film çalışmalarına koyulmuş ve Yol'un montajına girişmişti. Ancak hapishanede ihmal edilen sağlık sorunları kramp olup yerleşmişti midesine...

Kanser, bedenini içten içe kemirirken o gece gündüz montajdaydı.

Fatoş ise, bütün ailesini ve mazisini bırakıp geldiği bu sürgün hayatında küçük bir çocuk ve gözü sinemadan başka bir şey görmeyen, acıların hırçınlaştırdığı bir eşle yapayalnızdı. Yılmaz Güney'i anlatan kitaplar, eşinin yaşadıklarını es geçmişti.

Oysa o, bütün çilelerin ortağıydı:

Ölüm teklifi

"Bir ara Yılmaz'ı terk edip Türkiye'ye dönmeyi düşündüm. Bunu ona söyleyince hiç beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. Önce beni öldüreceğini, sonra da kendini vuracağını söyledi bana... Zor bir andı. Bir odanın içindeydik. Ve kimse yoktu. Son derece kararlı olduğunu gördüm. Sakin olmaya çalıştım. Yandaki odada çocuklar ders çalışıyorlardı. Ona 'Tamam' dedim, 'ölelim... ölmek önemli değil ama çocuklar içeri girip bizi öyle gördükleri zaman ne hissedecekler? Ömürleri boyunca bunu yaşamayacaklar mı?'" Bunun üzerine vazgeçti. Birbirimize sarılıp ağladık ve hiçbir şey olmamış gibi odadan çıkıp yemeğe gittik."

5 parasız gala

Güney cezaevindeyken Şerif Gören tarafından çekilen ve bu koşullarda montajlanan Yol, Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi ve Eleştirmenler Birliği Büyük Ödülü'nü aldı. Ama ödülle tören salonundan çıktıklarında taksiye verecek para yoktu ceplerinde...

Adanalı bir ırgatın Kürt oğlu Yılmaz Güney, geride bir sinema dehasının imzası ve filmlerinden başka servet bırakmadan gitti.

Bir zamanlar "burjuva kızıyla" evlendi diye onu eleştiren arkadaşları çoktan savrulup gittiler. O "burjuva kızı" ise, eşinin adına kurduğu vakıfta Yılmaz Güney'i inatla yaşatıyor.

 

YÜKSEL - İPEK MENDERES AŞKI
 
Darağacının gölgesinde aşk

8 Mart 1972 gecesi Yüksel Menderes'in boşandığı eşi İpek'e bıraktığı son mektup "Seni severek sana veda ederim" cümlesiyle bitiyordu...

İpek Tümer, 8 Mart 1972 Çarşamba gününün ilk saatlerinde bir kabus gördü. Rüyasında bir morgda yatıyordu. Yanında, boşandığı eşi Yüksel Menderes'in ölüsü vardı. Morgda eski eşinin bedenini bir yanından öbür yanına taşıyorlardı. Yatağında bu kabusla boğuşurken kapısının çalınmasıyla uyandı. Kapıda Günaydın gazetesi muhabiri Ertuğrul Akbay bekliyordu. Elindeki fotoğraf makinesinin flaşı, her an patlatılmaya hazır şekilde açıktı.

Tümer, gazeteciyi içeri buyur etti.

"- Hayrola" diye sordu.

"- Yüksel Bey..." diye kekeledi Akbay...

"- Ne oldu? Evlendi mi?"

"- Hayır, daha kötü!.."

"- Ne yani öldü mü?"

"- Evet!.."

Koltuğa çöktü İpek...

Akbay'ın o anda, o koltukta çektiği fotoğraf, halen Günaydın gazetesi arşivinde duruyor.

Mahzun bir kadın ile şaşkın bir kız çocuğunun yüzü var fotoğrafta...

Bir rüyanın, belki de bir kabusun bittiği anın fotoğrafı...

SON MEKTUP

8 Mart 1972...

Ankara Kavaklıdere'de, bugün hala ayakta olan Güney Apartmanı'nın 10 numaralı çatı katı...

41 yaşındaki Yüksel Menderes, konuklarını uğurlamış, evde yalnız kalmıştı.

Saat ilerleyince bir miktar yatıştırıcı almış, üzerine bir şişe viski içmişti.

2 yıl önce boşandığı eşi İpek'in eski mektuplarını okudu, onları birer birer salona yaydı. Sonra oturup üç mektup yazdı:

Biri kuzenine...

Biri annesine...

Biri de İpek'e...

İpek'in savcılıkta öğreneceği ve savcının okuduğu satırlardan not alıp saklayacağı bu "son mektup" şöyleydi:

"Yıllar önce beni seven, benim de sevdiğim eşsiz sevgilim... İpeğim... Canım İpeğim...

Sana bazı günlerimizin hatırası olarak benden kalan biçare buseyi bırakırım (...) Ne olur eşsiz sevgilim, aşkımızın eseri olan çocuklarımızı sen kabullen. (...) Seni sevdim. Yanından uzak olsam da yine sana yakınım. Gerisi boş. Bir an için var, sonra yokuz. Ne olur kabir acımı paylaş.

Seni severek sana veda ederim."

'KÖTÜ ŞARTLAR...'

Yüksel Menderes, annesi Berin Hanım'a bıraktığı mektupta da "Babamdan daha kötü şartlarda gidiyorum" demişti.

Babası Adnan Menderes de ölüme giderken "Oğlum Yüksel'e" diye başlayan bir vasiyet - mektup bırakmış, "Cesaretini hiç kaybetme" demişti.

Ama olmamıştı işte...

Onun idamının ertesinde ve idam sehpasının gölgesinde gelişen bir aşk, yürümemişti.

Nedeni, yeni evlilerin devraldığı o büyük "Menderes" efsanesi miydi?

Yüksel'in yeni hayatında o efsanenin yerini doldurma gayreti miydi?

İpek'in henüz 17 yaşında olması ve gençlik coşkusunun, yaslı bir aileyi yeniden hayata döndürmeye yetmemesi mi?

Mazinin tortusu kinler mi?

İçki mi?

Aile içi şiddet mi?

İhanet mi?

Kıskançlık mı?

Sorun her neyse, hata her kimdeyse, kopma noktası neresiyse; kopmuştu işte...

Ve umut dolu bir aşk, geride mutlu mutsuz anılar, şiddetli tartışmalar, sorunlu çocuklar, hayal kırıklıkları bırakarak tarihe karışmıştı.

KRAVAT VE FOTOĞRAF

Yüksel, gece yarısından sonra kahverengi takım elbisesini giydi. Kravatını taktı.

Yatak odasındaki yeşil yorganı getirip mutfağa serdi.

Babasının başbakanlık günlerinden kalma çerçeveli resmini mutfak tezgahının üzerine yerleştirdi.

İpek'le nikah fotoğraflarının bulunduğu mavi kapaklı albümü başucuna koydu. Sonra havagazını açtı ve yeşil yorgana uzanıp ölümü bekledi.

Sabah 7.30'da eve gelen hizmetçisi Anjel Karnik, onu bu halde cansız yatarken buldu.

Sağ ayakkabısı ayağından çıkmıştı.

Yüksel, üç kuşaktır aileye kan kusturan uğursuz bir soyağacının son dalıydı.

Babası Adnan Menderes, o soyağacında bir önceki kurbandı.
www.kitaptakipcileri.com
Babasının kayınvalidesi Naciye Hanım'ın iki kardeşi de damatlarını darağaçlarına kurban vermişlerdi.

Biri Atatürk'e suikast davasında...

Diğeri yine Yassıada'da...www.kitaptakipcileri.com

Soyağacı köklere indikçe hepten acımasız bir hal almış ve Adnan Bey'in evlatlarının da yakasını bırakmamıştı.www.kitaptakipcileri.com
 
Bu ürüne ilk yorumu siz yapın!
Bu ürünün fiyat bilgisi, resim, ürün açıklamalarında ve diğer konularda yetersiz gördüğünüz noktaları öneri formunu kullanarak tarafımıza iletebilirsiniz.
Görüş ve önerileriniz için teşekkür ederiz.
Yüzyılın Aşkları, Can Dündar Yüzyılın Aşkları, Can Dündar, Yüzyılın Aşkları Kitabı - Can Dündar, Yazar: Can Dündar,Sayfa Sayısı: 256 - İmge Kitabevi, Can yayınları, Edebiyat, Roman, Bu kitapta geçtiğimiz yüzyılda yaşanmış 10 aşk öyküsü var. Kimi Nâzım’la Piraye gibi, Mustafa Kemal’le Latife gibi, üzerine çok kitap yazılmış aşklar... Kimi Yüksel Menderes’le İpek Kıramer gibi, Selahattin Pınar’ la Afife Jale gibi fazla bilinmemiş, mahremine girilmemiş aşklar...Nâzım'ın, dayısı Ali Fuat Cebesoy'un çabalarıyla Bursa hapishanesine nakledildiğini, burada daha rahat çalışma imkânı verildiğini, arada iki saatliğine banyo iznine çıkıp Çekirge'de bir otel odasında Piraye ile hasret giderebildiğini anlatır., Can Yayınları, Edebiyat Roman 9789750715044
Yüzyılın Aşkları, Can Dündar

Tavsiye Et

*
*
*
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.