Ustam ve Ben, Elif Şafak

Ustam ve Ben, Elif Şafak

Kategori
Yayınevi
Barkod
Elif Şafak Ustam ve Ben Kitabı
Vitrin Katagorisi
Aynı gün kargo
Ustam ve Ben  - Elif Şafak - 480 Sayfa
"Ustam ve Ben, tarihi kişiliklerin, camilerin, kütüphanelerin, türbelerin, köprülerin resmigeçit yaptığı, rengârenk, canlı, sürprizlerle dolu bir dönem hikâyesi…"
"Elif Şafak’ın muazzam hayal gücü ve zengin diliyle Osmanlı tarihinin derinliklerine doğru şaşırtıcı bir yolculuğa çıkıyoruz. Karşılıksız bir aşk, iktidar kavgaları, yobazlığın ortasında yeşeren sanat ve beklenmedik bir ihanet…
Bir tarafta bilime ve öğrenmeye inananlar, bir tarafta gelişmeyi durduranlar…
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Yazar: Elif Şafak
Editör: Omca A. Korugan
Kapak Tasarım: Uğurcan Ataoğlu
Katagori: Türk Edebiyatı - Roman
Sayfa Sayısı: 480
Boyut: 14 x 21 cm 
Basım Yeri: İstanbul
Basım Tarihi:  2014
Kapak Türü: Karton Kapak
Kağıt Türü: Kitap Kağıdı
Dili: Türkçe 
Dağıtım: Kitap Takipçileri
Temin Süresi: Aynı gün kargo
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de…

Tarihimizin en önemli ve çalkantılı dönemlerinden biri olan 16. yüzyılda İstanbul… Hindistan’dan gelen beyaz bir fil ve onun sırlarla dolu bakıcısı: Çota ile Cihan. Filbaz aynı zamanda bir üstadın çırağı. Ustası ise Sinan. Bu toprakların yetiştirdiği en büyük mimar.

Elif Şafak’ın muazzam hayal gücü ve zengin diliyle Osmanlı tarihinin derinliklerine doğru şaşırtıcı bir yolculuğa çıkıyoruz. Karşılıksız bir aşk, iktidar kavgaları, yobazlığın ortasında yeşeren sanat ve beklenmedik bir ihanet…
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Bir tarafta bilime ve öğrenmeye inananlar, bir tarafta gelişmeyi durduranlar…

Ustam ve Ben, tarihi kişiliklerin, camilerin, kütüphanelerin, türbelerin, köprülerin resmigeçit yaptığı, rengârenk, canlı, sürprizlerle dolu bir dönem hikâyesi…

Öyle bir hayal dünyası ki içindeki konular ve tartışmalar günümüze dair de çok şey söylüyor. Uzun süre hafızalardan silinmeyecek, çok konuşulacak bir roman.

"İstanbul dediğin unutkanlıklar şehri. Orada her şey suya yazılmış. Ustamın eserleri hariç, onunkiler taşa kazınmış. O taşlardan birine bir sır sakladık. Çok zaman geçti üzerinden, nice alametler birikti ama hâlâ orada olmalı, bıraktığımız noktada. Bilmem bulan çıkar mı? Bulsa bile anlar mı? Ustamdan geriye kalan yüzlerce eserden ve binlerce, binlerce taştan bir tanesi var ki, altında gizli Arzın Merkezi.”

***

Allah’ın yarattığı, şeytanın şaşırttığı bunca insandan sadece bir avucu keşfedebilmiş Arzın Merkezini – iyi ile kötünün, geçmiş ile ge­leceğin, ben ve sen ayrımının kalmadığı; zamanın hep bu an olduğu, kavgasız savaşsız bir asude diyar. Buldukları yer öylesine güzelmiş ki dilleri tutulmuş.

Melekler kaderine acıyıp iki seçenek sunmuşlar. Şayet konuşma kabiliyetlerini geri almak istiyorlarsa, gördüklerini unutmaları gere­kiyormuş. Her şey silinecek ama kalplerinde bir boşluk kalacakmış. Eğer gördüklerini hatırlamayı tercih ediyorlarsa, o zaman da zihin­leri bulanacakmış. Böylece, kimsenin bilmediği o beldeye varanların yarısı, yüreklerinde bir eksiklik duygusuyla dönmüş. Yansı da akılla­rı karışmış halde. Hasret çekenlere "âşıklar” denmiş; kafâsında soru­lar olanlara da "şakirtler.” Birinciler aşkı öğrenenlermiş, İkinciler ise öğrenmeye âşık.SİTE: www.kitaptakipcileri.com

Böyle derdi ustam Sinan, biz dört çırağına. Başını yana eğip göz­lerimizin içine bakardı, ruhumuzu görmek istercesine. Biliyorum doğru değildi böyle düşünmem; kimdim ki ben, cahil bir oğlan, ama ne vakit ustam bu hikâyeyi anlatsa, diğer üçünden ziyade bana hi­tap ettiği hissine kapılırdım. Sanki bir şey vardı benden, en genç çı­rağından beklediği. Bakışları yüzümde oyalanırdı. Gözlerimi kaçırırdım. dun onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkarak. Kim bilir, belki de anlamıştı kuyumu. Daha başından biliyordu ne kadar azimli bir öğ­renci olacağımı ama iş sevmeye ve sevilmeye gelince hep geride, hep acemi kalacağımı.

Keşke geçmişe bakıp diyebilsem ki, öğrenmeye sevdalandığım ka­dar sevmeyi de öğrendim şu hayatta. Ama yalan söylersem yarın bir gün cehennemde benim için de bir kazan kaynayabilir. Zira çok yaş­landım. Bir çınar ağacıyım; bir ayağım burada, bir ayağım çukurda.

Biz altı can idik: Usta, dört çırak ve beyaz fil. Beraber yaptık her şeyi. Köprüler, camiler, medreseler, kervansaraylar inşa ettik. 0 kadar uzun zaman önceydi ki hafızam hatıraları eritip som bir sızıya çevir­di. Yüzlerini bile unuttum. Ne tuhaf sözleri hatırlıyorum oysa; verdi­ğimiz ve sonra tutamadığımız tüm sözleri. Etten kemikten yapılma suratları unutup, nefesten müteşekkil kelimeleri hatırlamak ne garip.

Hepsi gittiler. Tek tek. Bir ben kaldım geride. Neden onlar öldü, bense bu yaşa kadar durabildim Tanrı bilir. Her gün düşünüyorum maziyi. Geride bıraktığım şehri. İnsanlar yürüyüp geçiyordur şimdi; görmeden, düşünmeden. Zannediyorlar ki etraflarındaki binalar ta Nuh Nebi’den beri orada. Halbuki biz yükselttik onları; günbegün, senebesene. İstanbul dediğin unutkanlıklar şehri. Orada her şey su­ya yazılmış. Ustamın eserleri hariç, onunkiler taşa kazınmış. O taş­lardan birine bir sır sakladık. Çok zaman geçti üzerinden, nice ala­metler birikti ama hâlâ orada olmalı, bıraktığımız noktada. Bilmem bulan çıkar mı? Bulsa bile anlar mı? Ustamdan geriye kalan yüzler­ce eserden ve binlerce, binlerce taştan bir tanesi var ki, altında gizli Arzın Merkezi.

Agra/Hindistan-ı 632

***

İstanbul / 22 Aralık 1574
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Karanlığın derinlerinden gelen tok ve tehditkâr gürlemeyi duyduğunda vakit gece yansını çoktan geçmişti. Tanıyordu sesin sahibini: Kaplan. Yüz altmış okka ağırlığında, dört en­daze boyunda kızılkahve kürklü bir Hazar kaplanı. Hayva­nı kimin -veya neyin- tedirgin etmiş olabileceğini düşündü korkuyla. Şu anda cümle âlem uykuda olmalıydı – insanlar, hayvanlar ve cinler. Yedi tepeli şehirde, sokakları arşınlayan bekçiler hariç, sadece iki çeşit insan ayakta olurdu bu tekin­siz saatte: Ya ibadet edenler ya günaha meyledenler.

Cihan da uyanıktı. Çalışıyordu.

"Çalışmak, bizim gibiler için ibadet sayılır” derdi ustası. "Biz duamızı da, niyazımızı da böyle ederiz.”

"Peki ya Yaradan? O nasıl karşılık verir?” diye sormuştu Cihan bir kez.

"Bize daha çok iş çıkararak tabii ki!”

Valla, şayet öyleyse senelerdir Kadiri Mutlaka epey yakın­laşmış olmalıyım, diye geçirmişti akimdan hınzırca. Zira bir değil, iki meşgalesi olduğundan, çifte ter döküyordu. Hem filbazdı, hem mimar çırağı. îki zanaatı vardı, iki tutkusu. Lâ­kin biricikti ustası. Hürmet ettiği, hayranlık beslediği ve iç­ten içe, bir gün ondan daha mahir olmayı dilediği tek insan­dı Mimarbaşı Sinan.

Haftada birkaç kez, ustası Cihan’a ve diğer üç çırağına yeni bir vazife verirdi. Bazen tek göz bir kulübe resmetmek kadar basit olurdu ödevleri. Bazen daha çetrefil: Bir kona­ğın sağlamlığından feragat etmeden içindeki sütunların na­sıl azaltılacağını sorardı mesela; taşlan sıkıca tutan ama za­manla kuruyup çatlayan bir harcın yerine ne kullanılabilece­ğim; toprağın altından ve üstünden geçen su kanallarının za­manla tıkanmasına nasıl mâni olunabileceğini… Tüm bu so­rulan kendi başlanna cevaplamalan gerekiyordu. Araların­da fikir alışverişinde bulunabilir ama katiyen birbirlerinin taslaklarına göz atamazlardı.

"Mimari takım işidir” derdi ustası. "Çıraklık ise tam tersi­dir maalesef.”

Gene bir sefer dayanamayıp sormuştu Cihan: "Neden mü­saade etmezsin birbirimizin yaptıklarını görmemize?”

"Çünkü karşılaştınrsınız. Şayet berikinin yaptığını kendinizinkinden hakir bulursanız, kibir düşer kalbinize. Yok eğer diğerininki daha âlâ gelirse, bu sefer de başlar haset içinizi kemirmeye. Her halükârda zehirdir bünyeye. Bir çırak için en hayırlısı, hiç bakmamaktır diğer çırakların işlerine.”
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Hassa mimarlarının başı olarak Üstat Sinan’ın yüzlerce talebesi, binlerce işçisi ve bir o kadar ona bağlı neferi var­dı. Fakat senelerdir hep aynı dört çırakla yakından çalışır­dı. Gerçi birer birer hepsi kalfalık mertebesine ermişti ama herkes onlardan hâlâ çarçırak diye bahsederdi. Nasıl ki dört maddeden oluşmuşsa kâinat -su, ateş, hava ve toprak- on­lar da kendi evrenlerinde anasır-ı erbaa idi. Dördünün de ka­rakteri farklıydı. Adeta ayrı unsurlardan yapılmışlardı: cam, metal, tahta ve mermer. Kimse bunu dillendirmese de herkes bilirdi ki gün gelip, ustalarının fani ömrü tükendiğinde, onun yetiştirdiği bu dört oğlandan biri yerini alacaktı.

Cihan, Sinan’ın çıraklarından biri olduğu için mutluydu ama inanmakta güçlük çekiyordu bu kadar yükselebilmiş içoğlanı odaları talebesi varken ustası tutup onu -basit bir hizmetkâr, sıradan bir hayvan terbiyecisi- seçmişti. Bunu bilmek Cihan’a gurur değil, endişe ve evham veriyordu. Hayatında hiç kimse ona Sinan gibi destek çıkmamıştı. Bunca zamandır emrinde ça­lışıyordu ama ona inanan bu insanı hüsrana uğratmaktan hâlâ korkuyordu.

Bu haftaki görevleri, pencereleri sivri kemerli ve üstü kub­beli bir hamam resmetmekti. Üstadın talebi gayet açıktı: Se­kizgen göbektaşı yüksekçe olacak, altına yerleştirilecek ka­zan dairesinin hararetiyle ısınacak; duvarların içine gizlen­miş dehlizler vasıtasıyla duman tahliye edilecek; girip çı­kan erkeklerle kadınlar birbirlerini görmesin diye hamamın iki ayrı kapısı olacak ve bunlar iki ayrı sokağa açılacaktı. İş­te gecenin o geç vaktinde Cihan, Topkapı Sarayı’nın hayva­nat bahçesindeki barakasında, kabaca yontulmuş bir masada oturmuş, bununla uğraşmaktaydı.

Arkasına yaslanarak çatık kaşlarla resmini inceledi. Zara­fetten ve ahenkten mahrum buldu eserini. Halvetlerin üze­rindeki küçük kubbeleri oturtamamıştı. Hep böyleydi, kub­be tasarlamakta zorlanıyordu. Binalar değil, tepeleriydi onu uğraştıran. Damlarla cebelleşeceğine tırnaklarıyla temel kazmayı tercih ederdi. Çatılardan hepten kurtulmanın bir imkânı olsaydı keşke – âdemoğulları, havvakızları gökyüzü­nün altında apaçık ve özgürce yaşayabil şeydi; yıldızları sey­redip, yıldızlarca seyredilmeyi göze alarak.

Tam yeniden çizmeye başlayacakken -saray kâtiplerinden kâğıt aşırmıştı- bir kez daha kaplanın sesini duydu. Tüyle­ri diken diken oldu. Nefesini tutup kulak kabarttı, insanın kanını donduran cinsten bir ihtar sesiydi işittiği. Görünme­yen bir düşmana, daha fazla yaklaşmaması için savrulmuş bir tehdit!

Cihan kapıyı usulca açtı ve etrafı saran kesif karanlığa dikti gözlerini. Bir hırlama daha yükseldi o anda, diğerlerinden de tehditkâr. Aniden öteki hayvanlar da başladı feryada: Papağan bir çığlık attı kuytuda; gergedan böğürdü; ayı öf­keyle homurdandı; aslan kükredi; leopar tıslayarak gözdağı verdi. Tavşanlar, ne vakit korkuya kapılsalar yaptıkları gi­bi ayaklarıyla pat pat yere vuruyordu. Maymunlar, sayıla­rı beş olmasına rağmen bir orduya bedel patırtı çıkarıyordu. Bu arada atlar ahırlarında huzursuzca kişnemekteydi. Bü­tün bu curcunanın orta yerinde kısa, kesik bir homurtu ça­lındı kulağına; gürültüye dahil olmak istemezmiş gibi gönül­süzce bir çıkış. Beyaz filin sesiydi bu. Sevgili Çota! Belli ki bir şey ürkütmüştü bütün bu mahlukları. Bu her neyse, hâlâ etrafta, hatta yakında olabilirdi. Yağ kandilini eline alıp av­luya çıktı.

Otlardan ve bitkilerden yükselen baygın bir rayiha hâkim­di serin havaya. Daha iki adım atmıştı ki bir ağacın altına toplaşmış, fisıldaşan hayvan terbiyecilerini fark etti. Geldiği­ni görünce başlarını kaldırıp baktılar. Kaygıları yüzlerinden okunuyordu.

"Neler oluyor?” diye sordu Cihan.

"Hayvanlar gergin” dedi zürafa terbiyecisi Dara, kendi da­ha da gergin.

"Belki kurt dadanmıştır” dedi Cihan.

Ne de olsa daha evvel başlarına gelmişti. Takriben iki sene evveldi. Bıçak gibi keskin ve soğuk bir kış gecesi kurtlar şeh­re inmiş; Yahudi’si, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı demeden tekmil mahalleleri basmışlardı. Bir iki tanesi, nasıl olduysa, sarayın kapılarından içeri sızmış, haşmetli sultanın ördek, kaz, ku­ğu ve tavus kuşlarına musallat olmuştu. Amma kargaşa çık­mıştı. Günlerce çalıların altından kanlı kuş tüyleri toplamış­lardı. Fakat şimdi ne kar vardı ortada, ne de öyle fevkalade bir ayaz. Hayvanlan huylandıran şey, sarayın dışından değil, içinden geliyordu.

"Her köşeye bakın” dedi aslan terbiyecisi Olev – yukarı kıvrılan bıyıkları ve alev rengine çalan uzun saçlanyla iriyarı bir adamdı. Bu cıva gibi hareketli, adaleli hizmetkâr, her­kesten hürmet görürdü. Olev’in haberi olmadan kimse adım atamazdı. Aslanlara ve kaplanlara söz geçirebilen kişi, sulta­nın dahi az biraz gıpta ettiği biriydi.
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Sağa sola dağılıp ahırları ve ağıllan, kümesleri ve kafes­leri yokladılar; kaçak hayvan var mı diye baktılar. Sultanın yaban hayvan koleksiyonundaki cümle mahlukat yerli ye­rinde görünüyordu. Aslanlar, maymunlar, sırtlanlar, leopar­lar, yassı boynuzlu erkek geyikler, tilkiler, kakımlar, vaşak­lar, yabankeçileri, yabankedileri, ceylanlar, tavus kuşlan, ya­bani katırlar, dev kaplumbağalar, karacalar, devekuşları, ör­dekler, kuğular, kazlar, kirpiler, kertenkeleler, tavşanlar, yı­lanlar, zebralar, zürafa, kaplan ve fil.

Cihan Çota’ya bakmaya gittiğinde, ağırlığı doksan kantan aşkın, boyu neredeyse beş arşın olan beyaz fili ürkmüş ve hu­zursuz buldu. Koca kulakları rüzgârla dolmuş yelkenler gibi açılmıştı. Huyunu suyunu gayet iyi bildiği hayvana gülümsedi.

uNe oldu? Tehlike kokusu mu aldın?” diye sordu Cihan. Her daim kuşağının içinde hazır bulundurduğu bademlerden bir avuç uzattı.

Hayatında bir ikramı reddettiği vaki olmayan Çota göz­lerini kapıdan bir an olsun ayırmadan hortumunu kıvırdı, bademleri ağzına attı. Devasa ağırlığını yere sabitlediği ön ayaklarına vererek durdu; uzaklardan gelen bir sese kulak kabarttı.

"Sakin ol! Korkacak bir şey yok” dedi Cihan tatlı tatlı, ama söylediğine ne kendini inandırabildi, ne fili.

Tekrar bahçeye çıktığında Olev’in sesi çalındı kulağına. "Her yere baktık! Hiçbir şey yok!”

"Ama hayvanlar durmuyor…” diye itiraz edecek oldu birisi.

Olev adamın lafını keserek Cihan’ı işaret etti. "Hintli doğ­ru söyler. Kurttu zaar. Veya çakal. Her halükârda belli ki git­miş. Hayvanlarınızı sakinleştirin. Beceremezseniz zıbarıp yatın. Haydi, uzatmayın.”

Bu defa kimse itiraz etmedi. Başlarını sallayıp mırılda­narak dağıldılar. Hatır hutur sert, üstelik bitli pireli de ol­sa, bildikleri tek sıcak yerdi ottan döşekleri. Oraya döndüler ayaklarını sürüye sürüye. Bir, Cihan kaldı geride.

"Sen gelmiyor musun Hintli?” diye seslendi timsah bakıcı­sı Kato.

"Birazdan” dedi Cihan. İç avludan yükselen bir inilti dik­katini çekmişti.

Aklı yarım bıraktığı çizimdeydi. Ertesi gün ustasına teslim etmeliydi. Buna rağmen barakasına gitmek için sola döneceği­ne sağa, iki avluyu birbirinden ayıran duvara doğru seğirtti. En uçtaki leylağa yöneldi. Ne çok hatırası vardı bu ağacın al­tında. Onun ve sevdiceğinin. Yüreği sızladı. Şu dalların dili ol­sa da anlatsalardı. Bunu düşünmesiyle pişman olması bir ol­du. İyi ki yoktu ağaçların ağızlan. İsmini bile anamadığı o sev­giliyle arasında geçen her şey bir sırdı ve hep öyle kalmalıydı.

Az ötede duran bir gölge fark etti. Eli ayağı buz kesti. Az kalsın arkasına bakmadan kaçıp gidecekti. Ancak tam o an­da dönüp yüzünü gösterdi karaltı: Sibiryalı Taraş. Bin musi­betten, kırk illetten, her felaketten sağ çıkmayı başaran bu adamcağız herkesten daha eskiydi buralarda. Yaşını bilen yoktu. Kendi dahil. Neler görmemişti ki. Kudretlilerin dev­rilişine, en azametli kavukları taşıyan kafaların çamurlar­da yuvarlanışına şahit olmuştu. Sadece iki şey bakidir, der­di hizmetkârlar. Bir, Sibiryalı Taraş, bir de Osmanlı saltana­tı. Gerisi fanidir…

"Sen misin Hintli?” diye sordu Taraş. "Hayvanlar uyandır­dı seni de, ha?”

"Öyle. Bir ses duydun mu az evvel?” ihtiyar adam cevap vermedi.

"Şuradan geldi” diye ısrar etti Cihan, boynunu uzatarak.

Önü Bira kara akikten bir kütle gibi dikilen duvara baktı. Sa­rayın üstüne çöken sis, aralarında fısıldaşan hayaletlerle do­luymuş gibi geldi birden. Tüyleri ürperdi.

Kof bir çatırtı aksetti avlunun beri tarafından. Ardından ayak sesleri dökülüverdi şelale gibi, sanki bir sürü insan ko­şuşturuyordu sağa sola. Derken bir âdemoğlundan çıkama­yacak kadar vahşi bir feryat yükseldi sarayın bağrından. Hızla sustu ya da susturuldu; boğuk bir hıçkırığa dönüştü. Bir köşeden başka bir çığlık yırttı geceyi. Belki de ilkinin ka­yıp bir yankısıydı, kim bilir? Sonra aniden her şey sessizliğe gömülü verdi. Cihan gayriihtiyari duvara doğru hamle etti.

"Nereye gidiyorsun çılgın?” diye fısıldadı Taraş, gözleri çakmak çakmak. "Yasak!”

"Neler oluyor merak ediyorum.”

"Bizi alakadar etmez” dedi ihtiyar. "Uzak dur.”

Cihan bir an tereddüt etti. "Gidip bir bakayım. Eğer bir şey göremezsem hemen dönerim.”

Taraş iç geçirdi- "Yapma desem, dinlemezsin biliyorum. Aman ha, içerilere girmeye kalkma evlat. Duvara yakın kal. Anlıyor musun?”

"Tasalanma, gitmem bir yere.”

"Ey, peki. Ben burada beklerim seni. Dönene kadar uyu­mam.”

"Yapma desem, dinlemezsin biliyorum” dedi Cihan muzip bir tebessümle.

Bir avludan berikine geçmek o kadar kolay değildi. Ama Cihan etrafına hâkimdi. Ne de olsa geçenlerde ustasıyla be­raber saray mutfaklarının onarımında çalışmıştı. Birlikte haremin bazı kısımlarını da büyütmüşlerdi. Son zamanlar­da hatırı sayılır şekilde artmıştı ya saray nüfusu, ha bire ek­lemeler yapmak gerekiyordu. Tadilat esnasında işçiler esas kapıyı kullanmamak için duvarda bir delik açıp kestirme yol yaratmıştı. Çini sevkiyatında gecikme olunca burayı…
 

Kitap Hakkında roportaj:

Elif Şafak'ın yeni romanı "Ustam ve Ben” (Doğan Kitap) hafta içi raflardaki yerini aldı. Bir fil ile filbazın saraydaki hayatlarına, oradan Mimar Sinan'la dostluklarına uzanan hikâyede sürprizlerle dolu bir sona ulaşılıyor. Şafak ile son romanını konuştuk.

-Ustam ve Ben'de artı ve eksi yönleriyle bir Mimar Sinan resmi çiziyorsunuz. Sinan'a ilginiz nasıl başladı? Sizi Sinan'a yönlendiren ne oldu ve onda ne aradınız?

Hep Sinan'ın muhteşem eserlerinin yanından geçip gidiyoruz ama pek sormuyoruz kendi kendimize, "Acaba nasıl inşa edildi bu camiler, köprüler, medreseler?” Ben biraz durup bir bakmak istedim, okumaya başladım. Öteden beri Sinan'a hayranlığım hep vardı, ama hayatını bu kadar yakından bilmiyordum. Okudukça kişiliğine de çok büyük saygı duymaya başladığımı fark ettim ve beni içine çekti. Çok üzücü buluyorum, hem Sinan Sinan diye ismini zikrediyoruz ama aslında o kadar tanımıyoruz ve dünyaya da çok az anlatıyoruz. İstedim ki hikâyesi daha iyi bilinsin. Klişelerin ötesinde, insan olarak, kahramanlaştırmadan, putlaştırmadan, heykelleştirmeden... Zaaflarıyla, o müthiş çalışkanlığıyla, en önemlisi kalfaları, çırakları, onunla beraber çalışan muazzam bir ekip var. Biz bunu hiç düşünmüyoruz. Bir caminin inşası bazen 8-9 sene sürebiliyordu. Kaç kişi çalıştı acaba, onların hikâyeleri neydi? Cami yapımı esnasında hayatını kaybedenler vardı, neler yaşadılar, ne zorluklar çektiler, hep bunlara ışık tutan bir roman yazmak vardı gönlümde, öyle öyle şekillendi.

Ustam ve Ben'in çekirdeğinde ne var? Bu kitabın özünü sorsam ne derseniz?

Öğrenme aşkı var derim. Mimar Sinan'da beni en çok etkileyen damarlardan biri oydu. O kadar çalışkan bir insan ki, hiç boş bir anı geçmemiş, tembellik etmemiş. Yaşı ilerleyince, onu sevenler istiyor ki artık biraz evde otursun, çocuklarıyla vakit geçirsin ama o sürekli çalışıyor, son ana kadar, yatağa düşene kadar. Çünkü bu insanlar, gökbilimci Takiyeddin de öyleydi, kendilerindeki yeteneğin Tanrı’nın onlara lütfettiği bir hediye olduğunu düşünüyorlar. O hediyeye layık olmak için çalışmaları gerektiğine inanıyorlar. Bu aslında Yaradan’la yaptıkları bir akit, bir sözleşme... Sinan'a baktığımda çalışarak ibadet eden birini görüyorum. Bu fikri kovalamak istedim.

Kitapta Mimar Sinan, kalfası Cihan ve fil Çota'nın hikâyesinin yanında, yer yer akışa dâhil olup sonra oyundan çıkan bir sürü olay ve karakter var. Onlarla boşluklar mı bırakmak istediniz?

Onlar benim için halının motifleri gibi. Okur tekrar döndüğü zaman ana hikâyeye, tazelenerek geliyor. Bir onun için yaptım, yani roman tekniği açısından. Ama bir de çok daha renkli, çok sesli bir Osmanlı panoraması sunmak istedim, bu benim için önemliydi. Biz Osmanlı'yı hep insansız anlatıyoruz, hâlbuki o kadar çoğulcuydu o kadar çok renkliydi ve çok sesliydi ki, onları da hatırlatmak istedim. Resmî tarihin görmediği, yok saydığı, kenara ittiği insanları, kesimleri, konuları hatırlatmak için sürekli tabloya o renkleri eklemek çabası bilinçliydi.

Çingenelerin ötekileştirilmesinden Yahudilere ve Hıristiyanlara yapılan saldırılara, cücelerin, farklı olanların hiç de kabul görmemişliğine değiniyorsunuz. Osmanlı'ya bakışımızdaki romantizmi üzerimizden atıp gerçeklerle yüzleşmemizi mi istediniz?

Türkiye'de her şey çok politize olduğu için, tarihi okumalarımız da çok politize oldu. Bizde genelde şöyle iki eğilim gelişti. Bir: tarihi hiç umursamayanlar, bilmeyenler, modernleşme adına sırtını tamamıyla bu kültürel mirasa çevirerek olduğu gibi batıyı takip etmeye çalışan bir eğilim. İki: bu eğilime tepki olarak çıkan bir de karşıt eğilim oldu. Onlar da ecdadımız ne yaptıysa doğru yapmıştır diyerek bu sefer tarihi romantikleştirdiler, yücelttiler ve bence dondurdular. Ne o, ne bu... İkisi de gerçekçi değil, ikisi de politikadan besleniyor, tarihi sevgisinden değil. Bizim çıkış noktamız tarih sevgisi olmalı. Nasıl ki bugün çok çelişkiler varsa, dün de çelişkilerimiz vardı. O yüzden kutuplaşmadan, aşırı politize olmadan ve insanı öne çıkararak okuma yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Temel çıkış noktamız insan olmalı.SİTE: www.kitaptakipcileri.com

Cihan bir yerde diyor ki, "Ama insan öyle mi? İster aç olsun ister olmasın, fenalık etmiyor mu? Demem o ki, karnı tok bir aslanın yanında mı daha rahat uyursunuz, yoksa karnı tok bir yabancının mı?” Sizin için de bu böyle midir?

Tabii Cihan çok sorguluyor, çünkü hayvanları kendimizden aşağı görüyoruz ama hayvan kötülük etmiyor; fesatlık, dedikodu, habislik etmiyor. Açsa hayatta kalmak için bir başka hayvanın canını alıyor ama bunu anlayabilirsiniz. Arkadan iş çevirmiyor, çamur atmıyor, dedikodu yapmıyor, öyle düşününce hangimiz daha üstünüz acaba, tartışılır. İnsan çok özel bir mahlûk, çok güzel şeylere de yeteneği var ama maalesef çok alçalmaya da eğilimi var. Bence romancının işi de bunu anlatmak zaten. Ben yazarken çok içime dönüp bakıyorum, inşallah her okurun kendi içine dönüp bakmasını sağlar.
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
‘Sinan’ın mirasını geriye götürdük’
Sinan günümüz İstanbul’unu görseydi, ne hisseder, ne söylerdi?

Ağlardı. O kadar hoyratız ki bu şehre karşı. Ne tarihini, ne dokusunu, ne yeşilini muhafaza ediyoruz. Çok hoyrat davrandığımızı düşünüyorum. Beni Sinan’da en çok etkileyen noktalardan biri buydu. Sadece inşa etmekle kalmıyor, şehri korumak için inanılmaz bir mücadele veriyor. Sokakların belli bir genişlikte tutulması, iki kattan fazla kat çıkılmaması gibi. Sinan’ın bize hatırlattığı, şehrin bir canı, bir ruhu var, o bizden daha yaşlı, daha kadim. Estetik yok, güzellik yok, sağlamlık da yok, geldik bu güne. Acı olan da bu, Sinan’ın mirasını ilerletmek yerine, geriye götürdük biz.SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Bu ürüne ilk yorumu siz yapın!
Bu ürünün fiyat bilgisi, resim, ürün açıklamalarında ve diğer konularda yetersiz gördüğünüz noktaları öneri formunu kullanarak tarafımıza iletebilirsiniz.
Görüş ve önerileriniz için teşekkür ederiz.
Ustam ve Ben, Elif Şafak Ustam ve Ben, Elif Şafak, Ustam ve Ben - Elif Şafak - 480 Sayfa, '' elif şafak şiirleri, elif şafak kimdir, elif şafak yazıları, elif şafak aşk özeti, elif şafak hayatı, elif şafak iskender,,elif şafak aşk özeti, elif şafak aşk sözleri, elif şafak aşk indir, elif şafak aşk yorumlar, elif şafak aşk konusu, elif şafak aşk ekşi, elif şafak aşk 40 kural, elif şafak aşk fiyatı, elif şafak sözleri, canan tan kitapları, elif şafak kitapları pdf, elif şafak kitapları indir, elif şafak siyah süt, elif şafak aşk, elif şafak kitapları özetleri,mimar sinan hayatı, mimar sinan hayatı özet, mimar sinan eserleri, mimar sinan hakkında bilgi, mimar sinan kimdir, selimiye camii, ibni sina, mimar sinan mihrimah sultan, elif şafak kitapları ve fiyatları, kitapyurdu,, Doğan Kitap, Edebiyat Roman Elif Şafak Ustam ve Ben Kitabı
Ustam ve Ben, Elif Şafak

Tavsiye Et

*
*
*
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.